Çoban Süzgeci geleceğini inşa ediyor:) Eski yazıları okuyabilirsiniz sanırım bir sorun teşkil etmez ama en azından 2 - 3 hafta kadar yeni yazı omayacak... Yapım Aşamasında çünkü Çoban Süzgeci 2'yi yapmaya uğraşıyorum. İlkinden ne fayda gördük diyenler olacaktır. Olmasınlar...:)

deneme deneme

Hakkattten deveye hendek atlatmanın daha kolay olduğu durumlar varmış... Öldüm bitttim!!!

Farkettiğiniz üzere tadilata girmiş bulunmaktayım. Yakıp Yıkıyorum. Umarım küllerinden daha süper sonik bir Çoban Süzgeci oluşturabilirim...

Acil Servis Nedir? Ne İşe Yarar?

Başlıktaki sorunun cevabı açık aslında. Bu soru, belkide herkesin aynı cevabı vereceği ender sorulardan bir tanesidir. Ama geçtiğimiz hafta sonu yaşadıklarımdan sonra, bu kavramın uygulamada hiç de doğru dürüst kotarılamadığını, hatta kotarılmak bir yana gerçek anlamıyla yakından uzaktan alakasının olmadığını gördüm.

Öncelikle "Acil Servis"in sözlük anlamına bakmakta fayda var, buna bakıyorum çünkü belki de ben yanlış biliyorumdur. Bir konu hakkında yazmadan önce onun ne demek olduğu konusunda emin olmak gerekir. Biz de öyle yapalım ve tdk.gov.tr'den (belki de doğru dürüst bir işe yarayan tek kamu kurumu sayfası) bakalım.

Acil Servis: Hastanelerde acilen bakılması gereken hastaların ilk bakımlarının yapıldığı yer.

Yani burda sıradan hastalardan bahsetmiyoruz. Bir öncelik söz konusu. Sonuç itibariyle yanlış bilmiyormuşum, acil servis tam da benim düşündüğüm gibi bir şeymiş.

Gelelim geçtiğimiz hafta sonu yaşadıklarıma.

Cumartesi sabahı annem büyük bir sancıyla uyandı ve bizi de uyandırdı. Sancı yaratacak her hangi bir rahatsızlığı yoktu. Yani önceden bildiğimiz bir rahatsızlığı yoktu ve haliyle telaşlandık, çünkü annem kıvranıyordu.

Bu gibi durumlarda ne yapılır, hasta evinize en yakın sağlık merkezine bir an önce yetiştirilir. Biz de öyle yaptık ve annemi bize en yakın sağlık merkezi olan Sincan Devlet Hastenesi'nin Acil Servisi'ne yetiştirdik. (ama bu çürümüş sistemde bizim yetiştirmemiz hiç bir işe yaramıyor ne yazık ki)

Acil Servisler, özellikle türk dizilerinde hep arabayla kapısına gidildiğinde, sedyeyle size doğru koşturup yardımınıza gelen sağlık görevlileriyle dolu yerler olarak gösterilir. Ama benim tabi ki böyle bir beklentim yoktu, çünkü bir devlet hastenesinden böyle bir ilgi beklemek (hakkımız olduğu halde) en hafif tabiriyle salaklık olurdu.

Neyse, Sincan Devlet Hastanesi'nin Acil Sevisi'ne vardığımzda annem iyi kötü yürüyebilecek durumdaydı ve içeri kadar yürüdü. Ama içerde adım atmaya yer yok ki, sanki akşam hava saldırısı olmuş ta acil servis tıka basa yaralılarla dolmuş.

Acil Servise girer girmez ilk odaya girdik, orda hemşire bizi acil hastaların 4 numaralı odaya gitmesi gerektiğini söyledi. Biz de öyle yaptık, ancak 4 numaralı odanın kapısı, önündeki kuyruktan görülmüyordu. Kuyruktaki insanların da herbiri en az benim kadar sağlıklı görünüyorlardı. Hele koridorda bankta bacak bacak üstüne atarak oturmuş sırasını bekleyen kel ve fodul bir mahlukat vardı ki, ona ne desem nafile. Annemin durumunu söyleyip -çünkü tek kıvranan annemdi- odaya hemen girmek istedik ama bu kel ve fodul insanlık düşmanı ordan hepimizin durumu acil şeklinde buyurdu. Kucağında çocuk olan genç bir arkadaş da "abi arabanız varsa başka bi yere götürün hastayı" diyerek acil serviste işlerin bizim bildiğimiz gibi yürümediğini özetlemiş oldu.

Neyse arabamız vardı ve annemi hastanenin yakınlarında özel bir polikliniğe götürerek sorunu çözdük. Annem taş düşürüyormuş, gerekenler yapıldı vs. Ancak annemin daha ciddi bir problemi olabilirdi. Vakit kaybının bize çok şey kaybettireceği bir durum da olabilirdi. Ayrıca haliyle herkesin arabası yok. Arabamızın olmadığını varsaydığımızda vakit kaybı çok daha fazla olacaktı.
Sanırım birileri Acil servis'in ne olduğundan bihaber. Ama bu birilerinin hastane yönettiğini düşündüğümüz zaman iş gerçekten içinden çıkılmaz ve sinir bozucu bir hal alıyor. Eğer bir hastanenin aciline gelip geri dönmek zorunda kalıyorsak işler gerçekten de ters gidiyor. Ters giden bu işlere tekrar döneceğim ama Sincan Devlet Hastanesi'nin web sitesindeki bir açıklamayı buraya eklemek istiyorum. Sonuçta bu yaşadıklarımın sorumlusu %99 yönetimdir. Ama onlardan hesap sormadan önce bu açıklamadaki küçük bir detayı da utanarak sunmak gerekir.

Sincan Devlet Hastanesi'nin web sitesinde şöyle bir link var; Acil servise Başvuracak

Bu linke tıkladığımızda "Hastanemizden Hizmet Alan (!) ve Alacak Değerli Halkımızın Dikkatine" başlıklı bir yazıyla karşılaşıyoruz. Bu yazıda acil serviste (!) hasta ve hasta sahiplerinin uyması gereken hususlar sıralanmış. 1. madde gerçekten içler acısı;

"Acil olmayan hastaların (müdahale edilmediği durumda, hayati tehlike içinde olan veya sakatlık, vücutta kalıcı hasar riski taşıyan hastalar ile mevcut şikayeti nedeniyle günlük yaşamını sürdüremeyecek derecede muzdarip olanların dışındakilerin) acil polikliniğine başvurmalarının gerçek acil hastaları mağdur edileceği bilinmelidir."

Böyle bir madde yazıldığına göre demekki böyle insanlar var. Yukarda bahsettiğim kel ve fodul insan (insan dediysem lafın gelişi) da bunlardan birisi olsa gerek.

İkinci madde de birincisinin devamı niteliğinde.

"Polikliniklerde sıra bulamayan hastaların acile yönlenmesi yine gerçek acil hastaları mağdur edecektir"

Sonuç itibariyle sorumsuz ve faydasız asalak insanlarla yaşadığımız bir gerçek. Bunlar biz ne yaparsak yapalım aramızdalar, ama bu maddeleri sıralamakla herhangi bir yönetimin kendini aklaması söz konusu olamaz. Sonuçta bu tür girişimlerde bulunan insanların yaptıkları bu köylü kurnazlıkları işe yarıyorsa yine sorumlu yönetimlerdir. İyi yönetilmeyen bir yerde her yere iyi niyetli bildiriler ya da uyulması gereken kurallar listelerini çerçevelete çerçevelete asmakla hiç bir kuralsızlığın ya da olumsuzluğun önüne geçilemez.

Söz konusu metinde şikayetler konusuna da yer verilmiş. Mesai saatlerinde hasta hakları birimine, mesai saatleri dışında ise görevli başhekim yardımcısı veya nöbetci şef uzmana şikayetlerimizi bildirebiliyoruz.

Bir hastanenin en tepesinde kim vardır, Başhekim. Ben kötü bir yönetici olduğu için Başhekimi şikayet ediyorum, kime yardımcısına:) E komik tabi. Ayrıca en önemli bölümlerinden birinin değil yavaş çalışmak iflas etmiş olduğu bir kurumun Hasta Hakları Birimi'nden kim ne fayda bekleyebilir. Zaten şikayetimizin değerlendirilip değerlendirilmeyeceği büyük şüphe götürür, kaldı ki değerlendirildiğini hatta bize bir yazıyla cevap verildiğini farzetsek bile, bu cevapta muhtelemelen neler yazacağını hepimiz biliyoruz. Elimize verecekleri cevapta üzgünüz başarısız olduk yerine bir milyon tane bahane sıralanacaktır. Çünkü güzel ülkem bir bahaneler cennetidir. Kimse sorumluluğunu kabul etmez, herkes bir bahanenin arkasına saklanır. O yüzden de gece elektirkler kesildi çalışamadım klişesi de dilimize bu kadar yerleşmiştir.









Avrupa Konseyi'nin Çocukları Her Türlü Şiddetden Koruma Projesi - WWW - Wild Web Woods

Monaco ve Finlandiya hükümetlerinin finansal desteğiyle Avrupa Konseyi, "Çocuklar İçin Çocuklarla Birlikte bir Avrupa İnşa Edelim" programının bir parçası olarak, www.wildwebwodds.org isimli bir oyun sitesi kurdu.

Konsey'in burdaki amacı, 7 - 10 yaş arası çocukların oyun oynarken bir yandan da interneti anlamalarına yardımcı olup onların akıllı birer internet kullanıcısı olmaları için gerekli bilgileri vermek.

Peki oyundaki amacımız nedir?
Amaç eğlence, barış ve özgürlük kenti olan "E Kenti" ne ulaşabilmek. Kente ulaşabilmek içinde www-wild web woods'u yani vahşi web ormanını aşmak gerekiyor.

Bu maceralı (!) yolculuk sırasında da, (B)ilgi, (G)izlilik, (G)üvenlik ve (F)arkındalık jetonlarını topluyoruz.

Siteye girdiğimizde tüm bu bilgileri bize veren w@b adlı bir de örümcek kardeş var:) Ayrıca bu kardeş bize oyuna başlamadan önce Bilgisayarımızı modeme ve her ikisini de prize bağlamamızı hatırlatıyor ve bu işlemleri ekranda size yaptırıyor.

Şimdi bu bahsi geçen 7 - 10 yaş grubu çocukların oyunda topladıkları ilk (B)ilgi jetonunda neler yazıyor ona bir bakalım sonra bu oyunla ilgili kendi fikirlerimi sizinle paylaşacağım.

"Rapunzel Kaçırıldı mı? Hayır!!

Olan şu: Rapunzel bütün gün bilgisayar oyunları oynadı ve oyunlar onda bağımlılık yarattı. İşte bu yüzden de hiç kuoföre gitmedi. Zavallı Rapunzel"

Bu kısa ve espirili (!) hikayenin ardından da oyun oynamak güzeldir ama bokunu çıkarırsanız bağımlılık yapar dikkat edin kendinizi kaptırmayın yoksa gitgide arkadaşlarınızı kaybedersiniz gibi gibi bir yığın öğüt veriliyor.

Oyun içinde de bir hayli sayıda bu tip jeton var ve hepsinde de uzun uzun öğüt veren metinler var. Yani oyundan çok bir kitap okuma seansı diyebiliriz.

Şu kadarını söylemeliyim ki, benim tanıdığım bu yaş grubunda olan hiç bir çocuk bunu yemez. Çünkü onlar çoktan Counter Strike ve Knight Online gibi oyunları benden çok daha iyi oynayabilecek bir seviyeye gelmiş durumdalar. Ben onlarla yarışamam bile, anında mermi manyağı yaparlar adamı. O yüzden bu tip oyunlar oynayarak almış yürümüş çocukları hiç bir ebeveyn wild web woods gibi bir oyunla kandıramaz. Çünkü bu oyun onların zekasının çok gerisin de...Zaten bu bir oyun dan çok ders çalışmak gibi bir şey olmuş. Kıytırık bir anahtar bulup gidip onunla kapı açıyoruz. O kapıya gidene kadar da o güne kadar duymadığımız bin türlü öğüt dinliyoruz.

Sonuç itibariyle Monaco ve Finlandiya hükümetleri eminim bu site için dünyanın parasını harcamışlardır. Kendi ülkelerindeki çocukları bilemiyorum ama burdaki veletler bu numaraları yemezler:)

Artık Gazete Almıyorum...

Kendimi bildim bileli, hatta belki de bilmediğim dönemlerde bile, her gün en azından bir gazete alıp okumuşluğum vardır. Bu davranışımı bir tür bilgi açlığından ya da haber aşkından ziyade bir alışkanlık şeklinde tanımlamak daha doğru olur. Her gün bir paket sigara almak ya da bir ekmek almak gibi bir şey.

Gazete okuyorum, ancak çok uzun bir zamandır biliyorum ki okuduklarımın çoğu, kitabına uydurularak güzel tasarlanmış bir yönlendirme sistemine hizmet eden paragraflardan ibaret. Yani hiç bir gazetenin tarafsız habercilik ütopyasına biraz olsun yaklaşabildiğini zannetmiyorum. Çünkü bir çok gazete okurundan farklı olarak, ben bir gazeteyle yetinmeyip, benim görüşlerime en uzak olan yayınları da takip ediyorum, aynı haberleri birde onlardan okuyorum. Böyle yapınca da görüyorum ki, yayın organları kime hizmet ediyorsa sözkonusu haberi onun çıkarına uygun bir hale getirip veriyor ya da yorumluyor.

Hizmet etmek ağır bir itham olabilir, ancak bir çıkar grubuna dahil olmayan ya da bir çıkar grubuna hizmet etmeyen yayın organı var mı? Bu soruyu Türkiye için değil tüm dünya için soruyorum. Tabii benimki de soru işte, malumunuz kapitalist sistemde para olmadan hiç birşey olmayacağına göre, bir yayın organı da kuramazsınız. E birileri sizin ihtiyaç duyduğunuz kapitali karşılarsa onun aleyhinde nasıl yazabilirsiniz. Aslında olay bu kadar net değil, bu çok basit bir denklem oldu, işin aslı çok daha karmaşık ama bu yazıdaki amaç dünya medyasını düzeltmek değil, sadece dünya medyasına veda etmek, o kadar.

Uzun süredir televizyon da haberleri izlemiyorum. Çünkü orda işler çığrından çıkalı çok zaman oldu. Her akşam izlediğim haberler bir gün geldi tahammül edemeyeceğim bir hal aldı. Artık iş o kadar çığrından çıktı ki yayınlanan haber bültenlerine abuk subuk şeyler demek bile iltifat olurdu. Baktım bunların sol üst köşeye zeka yaşı 2 buçuk olanlar için eğlencelik haber bülteni ibaresi koyacakları yok, en iyisimi ben izlemekten vazgeçeyim de kendi zekamı aklayayım dedim. Sonuçta internet diye bir şey var, onunda güvenilirliği elbetteki tartışılır ancak en azından boş ve eblek sunucuların 20 saniye de okuyup geçeceğim bir haberi 20 dakika tekrarlaya tekrarlaya anlatmalarına tahammül etmek zorunda kalmıyorum.

Gazetelerle olan hesaplaşmama dönecek olursak. En son 1 Mayıs sonrası çıkan gazeteleri okuduktan sonra -ki manşetlerine bakmam yeterli oldu- bu kararı almaya karar verdim. Artık al gülüm ver gülüm şeklinde kurulmuş bu sisteme ben de bu gazeteleri satın alarak hizmet etmek istemiyorum. Sonuçta elbetteki okumaya devam edeceğim ama hiçbirini gidip cebimden para çıkararak satın almayacağım.

Sonuç olarak; sosyal bilimlerle ilgili olarak okuduğumuz hiçbir şey bizi tam doğruya götürmez. O yüzden, doğruya biraz olsun yaklaşabilmek için, her zaman daha çok daha çok okumamız gerekir, taki ölünceye kadar.

Sayıklama Güncesi


Çoban Süzgeci, tarihinin en uzun arasını verdi. Son yazıyı 20 Nisan'da yazdığım göz önünde bulundurulursa (ne demekse) gerçekten bir rekora imza atmışım.

Aslına bakarsanız bu bir blog için hem olağan bir durum, hem de yaşanmaması gereken bir durum. Olağan bir durum, çünkü "Çoban Süzgeci"ni bir günlük olarak görmüyorum, o yüzden her gün yazmam gereksiz. Olağan bir durum çünkü, takip ettiğim bir çok blog bu tür araları çok sık veriyorlar. (Takip ettiğim bir çok blog demişken, bu aralar blog camiası, "Blog Ödülleri" için yoğun bir lobi faaliyeti içine girmiş durumdalar. Herbirinin anasayfasında blog ödülleri duyuruları ve oyunuzu bana verin nutukları var:) 5 Mayıs'a kadar hiçbirinin blogunu ziyaret etmeyeceğim:) Umarım sonuçlar açıklandıktan sonra rutin güncellemelerine geri dönerler)

Tabii aynı zamanda da yaşanmaması gereken bir durum çünkü güncel olmayan herhangi bir zamazingoyu kim ne yapsın.

Neyse uzun uzadıya, yazmak ya da yazmamak gibi eblek bir tartışmaya girecek değilim.

Peki geçen bu bir haftayı aşkın süre zarfında hangi faydalı ve bir o kadar da gerekli işleri yaptım da blogla ilgilenmeye fırsatım olmadı? Ne yalan söyleyeyim yaptıklarımın fırsat maliyetleri o kadar göreceli olmaya açık ki, ben bile bir fayda bulup onunla savunmaya geçmekte zorlanıyorum.

Geçen bu zamanı tek cümleyle açıklamam gerekirse; bir kaç küçük başarı ve bir kaç büyük, yan gelip yatma şeklinde vuku bulan tembellik. Günlük rutin yürüyüşlerimin her birinde, en az yazmaya değer bir konu bulduğum ama geri dönüp bilgisayarımın başına oturunca, daha farklı meşgalelerle uğraştığım da artık yüzümü tokat manyağı yapan bir gerçek. Hal böyle olunca da, ben yazmaya karar verene kadar hadise güncelliğini kaybetmiş oluyor.

Her gün yürüyüşlerimi yaptığım bir park var. (bu parkdan daha sonra bahsetmeyi umuyorum) Günler uzayınca parkımız da iyice bir şenlenmiş oldu. Bir yazı da baharın geldiğini gökyüzündeki uçurtmalardan anlıyorum diyordu. Tam da öyle oldu. Parkın içinde her seferinde farklı uçurtmalar görüp feci şekilde özeniyorum. Aslına bakarsanız bu sıralar çocukluğumda yaptığım bir çok şeye özeniyorum. Mesela sağda solda top oynayan çocukları görüyorum.(gerçi top oynamaktan çok pozisyonları tartışıyolar, yok gol oldu da olmadı da, taşın üstünden geçti de geçmedi gibi. Zaten Allah o taştan kaleleri taş etsin diycem ama saçma olcak)Ben de oynamak istiyorum. Kısacası bu aralar feci derecede uçurtma uçurmak, tek kale maç yapmak ve bisiklete binmek istiyorum.

Bunların dışında mutlu bir hafta geçirdim diyebilirim. Moralimi bozcak beni yıkıma uğratacak bir şey olmadı, ta ki düne kadar. Bu konu üzerinde fazla durmayacağım. Sadece görüntülerden utandım ama sorumluların cezalandırılmayacağını ve koltuk işgal edenler arasından istifa eden de çıkmayacağını bildiğim için utandığımla kaldım. Aslında bu konuda yazacak tonla şey var ama hiç içimden gelmiyor. Görevi uzun uzun yazmak olan basınımız da "orantısız güç" diye bir oyuncak bulup diline pelesenk etti. Heleki polisin yoldan geçen turisti bile dövmesini gülerek sunan Mehmet Ali Birand'a ne desem boş. "Sorumlu disk" diye manşet atan gazeteler bile vardı bugün. Zaten bu memlekette herkes kendisine müslüman başkasına gelince tekme tokat gaz bombası.

Neyse tadım kaçtı, birazdan "Komedi Dükanı"nı izleyeceğim. Sonra devam ederim...

Soğuk Algınlığı ve Romantik Komediler

Her ne kadar filmlerin sınıflandırılması fikri hoşuma gitmese de bu başlığı kullandım. Böyle adlandırılmalarına rağmen gerçekten böyle bir tür var mı bilemiyorum. Yani film yapımcılarının, oturup da bir "Romantik Komedi" çekelim diye bir filme başladıklarını zannetmiyorum. (zannetmek istemiyorum)

Ancak konumuz bu değil. Dünkü yazımı okuyanlar üşütüp yataklara düştüğümü tahmin edebilmişlerdir. İşte bu olağanüstü hal bugün de devam etti. Bende kendimi iyi vakit geçirmek adına bu tür filmlere verdim. Çünkü bu tür filmleri izlediğimde içimde gerzek bir mutluluk hissi oluşuyor. Zaten çoğunlukla mutlu bir şekilde sonlanan bu filmlerin ardından, sakil bir gülümseme yüzümü kaplıyor:) Genellikle sabun köpüğü diye tabir edilen bu filmleri ben "hoş boş zaman geçirgeçleri" olarak tanımlıyorum. Çünkü kafanız dağılıyor, fazla bir şey düşünmeniz gerekmiyor, canınızı sıkmıyor. Sadece izliyorsunuz ve mutlu oluyorsunuz. Zaten ertesi günde filmi unutmuş oluyorsunuz:)

Aslında bu unutmuş oluyoruz kısmı biraz adaletsiz oldu. Unutmadıklarım da var. Örneğin You've Got Mail benim için çok önemli bir filmdir. Sebebini pek fazla bilmiyorum ama belki de beni en fazla mutlu eden film budur. Beş belki de altı kere izlemişimdir ama bir kere daha hiç çekinmeden izlerim. Bir sıralama yapmak niyetinde değilim ama You've Got Mail birinci sıradaysa While You Were Sleeping'de ikinci sıradadır. Aslında bu film fazla özelliği olan bir film değildir ama, dedim ya eblek bir mutluluk benimkisi:) Ayrıca itiraf etmeliyim ki bu iki filmde Meg Ryan ve Sandra Bullock oynamasaydı benim için bu kadar etkileyici olurmuydu bilemiyorum:)

Bir de bu tür filmleri çekmeyi meslek haline getirmiş, bu filmlerden ekmek yiyen oyuncular var:) Mesela Ben Stiller ya da Adam Sandler gibi. Bende dün gece, izlediğim kaçıncı Ben Stiller filmiydi bilemiyorum ama bir yenisini daha izledim. Ben Stiller hep kendini tekrar eden filmlerin adamı. Hep komik kargaşalar, yanlış anlaşılmalar, hep aynı mimikler vs. ama sonuç itibariyle onu eleştirecek değilim. Dün gece görevini yerine getirdi mi getirdi, beni eğlendirdi mi eğlendirdi gerisi bu en sümüklü halimle umrumda değil.

Bahsi geçen film, 2007 model "The Heartbreak Kid". Gecenin 2 küsüründe oturup bu filmi izledim ve sonra rahat bir uyku çektim. Ne baş ağrısı kaldı ne burun tıkanıklığı. (tabii bunda saatin 5 olmasının da payı var:))

Bugün 11 buçuk gibi uyandım ve hala iyileşmemiştim. Kahvaltı da iki fincan kadar ıhlamur çayı içtim, boğazlarım biraz rahatladı. Baş ağrısı içinde bir aspirin aldım. Sağa sola bakınarak biraz vakit geçirdim. Daha sonra beş portakal dan mütevellit bir portakal suyu eşliğinde "No Reservation"ı izlemeye koyuldum. Eğer bir "romantik komedi"de ismi sağlam bir oyuncu var ise böyle hastalık zamanlarında iyi birer yatırım oluyorlar. Bu filmin sağlam ismi Catherine Zeta-Jones'du. Hafif dozda dramatik öğeler içerse de beni yine mutlu etti burdan emeği geçenlere teşekkür ediyorum:)

Konu romantik komedi olunca bir kaç ismi daha anıp bu yazıyı bitiriyorum. Notting Hill, Love Actually, 50 First Kiss, Along Came Polly, Duplex vs vs vs

Aslında bu tip çok film varmış gerçekten, vazgeçtim saymaktan çoğunu seviyorum işte anmıyim tek tek:)






Tek Burun Deliği Yetmiyor

Hastayım... Birisi bana sümük mikrobu bulaştırdığı için nezle olmuş bir insanım. Dün geceden dolayı da bitkin bir gün geçiriyorum. Çünkü dün gece sağ burun deliğim tıkalıydı ve diğeri tek başına yeteri kadar iş görmüyordu. Bu da sıkıntı yarattı haliyle. İnsan sürekli ağzından nefes alamıyor. Neyse bir şekilde geceyi atlattık.

Bu gün Ankara çok sıcak. Ya da benim derinden derine ateşim var ve olan sıcağı daha fazla hissediyorum. Dışarı çıkmak gibi bir niyetim yoktu. Dinleneyim de bir an önce geçsin diye düşünüyordum. Ama sıkıldım. Biraz hava alayım da belki açılırım daha bir kendime gelirim diye kendimi kandırdım. Aslında kandırmadım, genelde işe yarardı bu. Ama bu gün hava sıcak ve sanırım ben biraz fazla yürüdüm. Halbuki gazateleri aldıktan sonra dönmeliydim. Ama şeytana uyup gidip bir de nutella alayım dedim. Sırf ben yiyeyim diye Varşova'da üretilip İzmit'e ihraç edilmiş, ordan da Ankara'lara kadar ulaşmış, e gidip almak yemek gerekirdi. Önce bir süpermarkete gittim ama öyle bir sıra vardı ki değmezdi. Sonra bir başkasına gittim ve emelime ulaştım. Ama evimden de bir hayli uzaklaştım. Böyle olunca dönüş yolu biraz sıkıntılı geçti.

Nutella'dan bahsetmişken, iştahlı biri değilim ancak nutellayı seviyorum, daha doğrusu tatlıları seviyorum. Ama en yakın zamanda da bırakmak niyetindeyim. İnsanoğlunun kendisine yaptığı en büyük dört kötülükten birisi şekeri icat etmek olmuş. (diğer üçü; tütün, deterjan, tuz) Çünkü şeker vücudumuzu yiyip bitiriyor:) (çok zararlı azaltın 150 yıl yaşayın, ama tatsız tuzsuz 150 yılı neyleyim ben derseniz o başka)

Neyse aldık nutellamızı vardık evimize. Genelde asansörü kullanmam. Aslına bakarsanız normal şartlarda hiç kullanmam. Ama halim yok bugün. Biniverdim... Sol elimde (haftasonu olduğu için) aldığım bir yığın gazete ve nutella poşeti, sağ elimde anahtar vardım kapımın önüne.

Kapıların en gıcık yönü nedir? Tek elle açılmazlar. İlla kendinize çekip öyle çevirceksiniz anahtarı. Yani diğer elinizin dolu olabileceği düşünülmemiştir. Halbuki azcık çevirmeyle çıt diye açılsan, hasta, sıkıntılı ve yorgun ayrıca da bir eli dolu olan beni daha da acınılcak duruma düşürmesen. Tek elle açılabilen kapı İ S T İ Y O R U M !

Sonuç olarak sümüklerimden şikayet etmiyorum. Çünkü onlar, öncelikle vücudumun koruyucu mekanizlamarından birisi. Bu mekanizmayla pis mikroplar biricik hücrelerimden atılmaya çalışılıyor, daha sonra da salgıladığım protein ve antikorlarla kalan mikroplar la bir savaş başlıyor. Ama savaşlar beni hep sarsmıştır.

Şimdi evimedeyim. Biraz Nutella ve bol bol su tükettim. Yatağımın oturmaktan çökmüş sol tarafının üzerindeyim. Ve yavaş yavaş bu yazının sonunun geldiğini düşünüyorum. Ve aynı zaman da çok da gereksiz olduğunu.

Dünyayı Kurtaran Adam

Senaryosunu Cüneyt Arkın'ın yazdığı Dünayayı Kurtaran Adam, belkide Türk sinemasının en kült filmi ve bir nevi Turkish Star Wars'dur. Hal böyle olunca da bu film hakkında denmedik söz, yapıladık geyik kalmamıştır. Ancak konuşup ahkam kesenlerin ya da hakkında espri yapanların da büyük kısmının filmi oturup baştan sona izlememişlerdir. Aslına bakarsanız, filmi baştan sona izlemiş biri olarak onlara hak vermiyor da değilim, çünkü filmi baştan sona bir oturuşta izlemek gerçekten çok zor. Film kült olmuş, derslere, tezlere konu olmuş olabilir ama bu film hakkında geyiğini yapıp gülüp eğlendikten sonra yapacağımız en iyi yorum "kötü" olacaktır.

Neyse burdaki asıl toplanma sebebimiz filmin analizini yapmak değil. Filmin hikayesini sizlere sunmak. Çünkü yazılı olarak bir yerde olduğunu zannetmediğim bir giriş hikayesi var ki akıllara zarar:) Ancak bu metni sunmadan önce açıklamak isterim ki, amacım Dünyayı Kurtaran Adam filmiyle dalga geçmek değil tam tersine ona hizmet etmek, internette arama yapanlar için bir metin sunmaktır. Çünkü herşeye rağmen Dünyayı Kurtaran Adam filmi onurlu ve ciddi bir filmdir, günümüzde çekilen örnekleri gibi (bkz. Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu) cıvık cıvık değildir.

Şimdi filmin girişinde anlatılan hikayeyi burada paylaşıyorum. (ve bizzat kendimin hazırladığı fotoğrafları da metne serpiştiriyorum. -hemen hemen filmdeki bütün karakterler mevcut)

"İnsanoğlunun ilk uzaya açılıp Ay'a gitmesiyle uzay çağı başlar. Uzay Çağı, dünyalılar için bir ilerleme çağıdır. Binlerce yıl böyle yaşamışlardır.

Uzay çağı, geçmiş zaman ve yaşam galaksi çağına ulaşmıştı. Yüzbinlerce yıl geride kalmış, dünya ve gezegenler sistemi uzayda galaksi sistemine önüşmüştü. Medeniyetler, tarihler geride kalmış, insanlar ilkçağlardaki gibi basit yaşamla yetinmeye başlamışlar ve bütün güçleriyle ölümsüzlüğü bulmak, devamlı yaşamı sağlamak için amansız bir çalışma ve mücadeleye girmişlerdi.

Bu çağda dünya milletleri, ırkları, dinleri ayrı milletler alinden çıkıp, tek bir varlık haline geldiler. Tek bir dünyalı yaşayışları ve kavimleri, galaksi çağının dünya insanlarını meydana getiriyordu.

Dünya çılgın bir nükleer silahlanmanın sonucu olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti. Dünya bu gibi tehlikeleri bir kaç kez geçirmiş, hiç bir kuvvet dünyayı yokedememiş fakat dünya bazı zamanlarda parçalara ayrılmış, dünyadan kopan parçalar uzayda meteor taşları haline gelmişti. Bazı gezegenlerde hayat devam etmekte, yaşam sürmekteydi. (yazmadan edemedim, ikisi de aynı şey değil mi) Ama nükleer savaş çok hızlanmıştı, hükmetmek, daha güçlü olmak için o güzel mutlu dünya delice parçalanırken birden gizli ve çok güçlü bir düşmanla karşı karşıya kaldı.

5 milyar yıl önce ışın ve enerjiden madde haline gelen dünyamız, galaksi çağında lazer ışınlarının ekisiyle toz bulutları haline gelip parçalanmaktadır.

Bu düşman kimdi, hangi galaksideydi. Bütün dünyalılar bu tehlikeye karşı tek bir silah kullandılar. İnsan beyin gücü ve iradesiyle birleştirilmiş bir tabakayla karşı koymaya başladılar. İnsan beyin moleküllerinin sıkıştırılmasıyla oluşturulan bir tabaka dünyayı koruyordu. Dünya her saldırı karşısında toz bulutu haline gelmekte, önündeki koruyucu kalkanın arkasına sığınmaktaydı. Bu kalkanı delecek tek güç, insan beyni ve iradesiyle yaratılacak bir silahtı. Ama gerçekte galaksidebulunan dünya düşmanları silahları ne kadar güçlü olursa olsun beyinleri yoktu. Dünya ve insanın değeri sonsuzlukta en büyük silahtı.

Dünyalılar bu bilinmeyen düşmanı aramaya başladılar. Ama ne yazık ki gönderilen hiç bir savaşcı geri dönmedi.

Dünyalılar tolandlılar, kavimler biraraya gelip çare aradılar. Tek çare düşmanı bulup savaşmaktı. En güçlü en büyük iki Türk savaşçısı ve diğer dünyalılar uzaya açılıp bilinmeyen düşmana savaş ilan ettiler.

Bazı dünyalılar bu savaşa katılmadılar, fakat hayalgüçlerini gerçek ve mantıkla birleştiren her insan bu savaşa katılıp kazanma azmindeydi."

Filmin girişinde bir Star Wars edasıyla anlatılan hikaye budur. Hikaye bittikten sonra şu sözü edilen iki büyük Türk savaşçıyla tanışıyoruz. Murat (Cüneyt Arkın) ve Ali (Aytekin Akkaya). İkiside bir hava çatışmasının içindedirler ve durum gergindir. (yazının bundan sonraki bölümünde filmden bir kaç diyalog paylaşmak istiyorum)

Murat: merkeze duyuru yükseliyorum (merkezin yerinde olsam sormadan edemezdim. oolum murat uzaydayız be kardeşim kime ve neye göre yükseliyosun hey allaaam!!)

Murat: Uzay hızını aşmalıyız, gelenleri karşılamaya hazır ol.

Ali: Bu gelenler çok suratsız, mini etekli bir kaç kız gelseydi iyi olurdu. (en büyük film klişelerinden biri olan, korkusuz ikililerin tehlikenin içine girerken sallamaz bir edayla espri yapmalarına bir örnek görüyoruz. en büyük klişe dedim aklıma bir an örnek gelmedi hımm!! tango ve cash olabilir cehennem silahındaki elemanlar olabilir, yüzüklerin efendisinde cüceyle elfin savaşırken bir yandan da birbirlerine takılmaları olabilir... bu tip insanlar he yer de karşımıza çıkabilir)

Murat: Bilinmeyen bir güç bizi kendine çekiyor. Dünyadan çok uzaklaştık. Göstergeler çalışmıyor. Bilemiyorum bu gücün ne olduğunu çok tehlikeli bir durumdayız dikkatli olman lazım.

Bu diyalogların yaşandığı bölümde de Dünyayı Kurtaran Adam'ın en unutulmaz sahnelerinden biri olan, Aytekin Akkaya'nın inişe geçiyorum deyip öne doğru eğildiği sahne vuku bulur.

Murat: Bir şeyden korkuyorlar.
Ali: Ama bize bir şey yapmadılar
Murat: Senin yakışıklılığına yazık olsun istemediler.
Ali: Biraz ciddi olamazmısın sen
Murat: Dünyamızı yok etme reddesine gelen atom savaşı neden çıktı biliyormusun?
Ali: Neden
Murat: İnsanlar çok ciddiydiler. Fazlası can sıkar biraz gülmesini bilselerdi savaş yerine barışı seçerlerdi.

Murat: Kimsin sen?

Bilge (Hüseyin Peyda): Bir ihtiyar, yaşlı, inançlı bir bilgin, gördüklerinizi göreceklerinize katın, uzayın sırrı buradadır. Sen silah taşırsın ben bilgi, benzeriz birbirimize, çünkü insanız. Aradığınızı buldunuz mu?

Murat: Ne aradığımızı biliyormusun?

Bilge: Evet. Çok gelişmiş bir tekniğin makineleşmiş insanlarıydınız. Çünkü bu gezegende tarihinizi, atalarınızın mutlu uygarlığını buldunuz.
...
Murat: 13. Kabile atalarımızın kabilesi peki burası dünyanın neresi?

Bilge: Burası karanlıklar ve sırlar dolu bir sonsuzluk ülkesidir.
.....
Murat: (Ali'ye akıl veriyor) Vücudundan kurtul, sadece zihnin ve ruhunla yaşa, o zaman toprağın altında nefes alabilirsin.










Filmin sonunda:

"Dünyasız insan, insansız dünya olmaz. Çünkü insan evrende en büyük değerdir. Geleceğinizi koruyun çünkü gelecek barıştadır. Barışı da yaşatacak şüphesiz insandır.










Filmde bir de kılıç var ki... yürü be koçum dedirtecek cinsten

Bazı haberler vardır insanı bu dünya ile ilgili her şeyden soğutur, her şeyi anlamsızlaştırır. Sonra bir de o habere yapılan yorumlar kulaklara çalınır ve iş iyice iğrenç bir hal alır. Tıpkı İtalyan sanatçı Pippa Bacca'nın onurlu ve cesaret abidesi girişiminin dramatik sonu gibi. Haberi bir de burda anmanın bir anlamı yok. Zaten dünya üzerindeki bütün bedduaları ve kötü muameleleri hakeden bir sapığın ne yaptığı değil Pippa Bacca ve geçmişteki diğer seyyahların neler yaptıkları önemli ve anılmaya değer. Ancak şunu da söylemek gerekir ki, belkide, dünyanın güvenilir ve yaşabilir bir yer olduğunu savunan son kale, 31 Mart günü Gebze'de düştü.

8 Martta Milano'dan yola çıktılar. Üzerlerine gelinliklerini giyerek, Milano'dan Tel Aviv'e otostopla gideceklerdi. Daha önce savaş görmüş topraklardan beyaz gelinlikleriyle geçerek dünya barışına katkı, ilgi çekme ya da savaşlara karşı cesur bir bireysel karşıduruş sergileyeceklerdi.

Yukardaki kısa paragrafta bazı kelimeler kimilerine dokunabilir, bazıları bu girişime karşı eblekçe eleştirler yapabilirler. (otostop yapılır mı , gelinlik de neymiş, dünya barışı size mi kaldı vs. vs.) Çünkü günümüzde doğrularla yanlışlar yer değiştirmiştir. İnsanlara güvenip arabalarına binemezsiniz, ya da her gün savaş ve ölüm haberleriyle dolu bültenleri izleyip gıgınızı çıkarmazsınız, ama ne zamanki iki cesur yürek aynı bülten de bir barış haberi yayınlanmasına vesile olsun, o zaman size mi kaldı dersiniz, gelinliklerine takarsınız vs.

Bugün bir çok şeyi, geçmişde büyük cesaret örnekleri göstererek yollara düşenlere, evlerinden çok uzaklara gidenlere borçluyuz. Bu haberi aldıktan sonra 'Türkiye'nin tanıtımı için kötü olacak' şeklinde yorum yapanlara ise hiçbir şey borçlu değiliz.



Ice Age: Dawn Of The Dinosaurs

- Neden büyük soğuk demiyoruz, ya da donma çağ yani diyorumki buzul çağı olduğunu nerden biliyoruz?


- Çünküüüü Çok Fazlaa Buz Vaaaarrr!!!!!

Macera bu diyalogla başlamıştı. Önce buzul çağı ve göç sonra da küresel ısınma ve buzulların kısım kısım erimesiyle tekrar göç.

İlk iki bölümü çok hızlı bir şekilde özetlediğimin farkındayım, ama henüz haberi olmayanlara bu mutlu haberi vermek için sabırsızlanıyorum. Ice Age serisinin üçüncüsü 1 Temmuz 2009'da ABD'de gösterime girecek. Gerçi daha çok var ama yapımcılar küçük bir fragmanı yayınladılar bile.

Ice Age:Dawn Of The Dinosaurs adı verilen üçüncü filmde, kahramanlarımız (Manfield, Diego ve Sid) bir adada olacaklar. Ancak adanın yöneticisi olan bir Zebra bizim elemanları adada istemeyecek.

Karakterlerin karakteri, sevimlilik abidesi Scrat ise üzerine düşen bir zaman makinesi sayesinde tarihte yolculuk edecek. Tabiiki meşe palamudunun peşinde.

Yeni filmle ilgili bilgiler şimdilik bu kadar. Bundan sonrası yeni videoları beklemeye kalıyor.



Gillette Daha Kaç Bıçak Ekleyecek?

Her şey Gillett'in tek bıçaklı tıraş makinelerine ikinci bıçağı eklemesiyle başladı. Bu hareket, en hafif tabiriyle, "Vay anasını!" dedirtecek bir devrim niteliği taşıyordu. Çünkü düşman sakala tek vuruşta iki darbe indirmek büyük bir adım gibi gelmişti. Reklamı hala hafızalarımızdadır. Yanağımız üzerinde asi bir duruş sergileyen sakala, ilk bıçak darbesiyle sersemletici bir müdahale yapılıyor, sakal daha ne olduğunu anlamadan, ikinci bir bıçak darbesiyle ortadan kaldırılıyordu.

Ayrıca çift bıçaklı yeni Gillette ürününün ikinci bir devrimsel özelliği daha vardı. Gillette artık oynar başlıklıydı ve yüzümüzün şeklini alıyordu. Ama bizler daha çok yüzümüzün şeklini almasıyla değil ona konulan isimle ilgilendik. "Oynar Başlık" hemen geyik lügatımızda saygın bir yer kazandı ve asla unutulmadı.

Günler günleri, aylar ayları kovaladı ve bir zaman sonra -bu devrim Gilette'in hoşuna gitmiş olacakki- bir bıçak ekledik, neden bir bıçak daha eklemeyelim ki mantalitesiyle hareket ederek, Gillette Mach3 adlı tasarımını inşa etti ve piyasaya sürdü. Gillette artık üç bıçaklıydı ve yok artıkdı. Erkek milleti için artık yeni bir geyik peydah olmuş ve "Mach3'ü denedin mi uçuyo abi" tadında muhabbetler dönüp durmuştu.

Ancak bu yeni nesil makinelerin bir handikapı vardı. Oyun konsolları gibi bunların da kasetleri çok pahalıydı. Halbuki makinenin kendisinden pahalı ucu olur muydu? Olurdu...

Tabii Mach3 tasarımı yerinde saymadı ve modifiye edildi. Çünkü sakal tıraşı ciddi bir işti. Ama bence çok da abartılmamalıydı.

Abartmaktan kastım; "Gillette Mach 3 Turbo For Champion" adında, bol modifikasyonlu, pek cancanlı, Ferrari kırmızısı bir ürün çıktı ki, iş artık iyice vitrin/ambalaj pazarlaması halini aldı.

Ayrıca bizler "Turbo" ifadesinin mecazi anlamda kullanıldığını düşünürken, Gillette firması Mach 3 tasarımına motor taktı. Kalem pille çalışıp titreşim yaparak tıraşı kolaylaştırması için (!) (Saçmalık)

Gillette üç bıçaklı tasarımını modifiye ede dursun, Wilkinson firması bir devrim de ben yapayımda işin iyice boku çıksın diyerek 4 bıçaklı ürününü piyasaya sürdü. Artık aynı makinede en fazla bıçak rekoru Wilkinson'ın elindeydi. Ama hatırladığım kadarıyla bu girişimi fazla sallayan olmadı, ya da ben Mach 3'ten sonra takip etmekten vazgeçtiğim için bilemiyorum.

Zaten üç bıçaktan sonra bir insan niye takip etsinki, bu hadisenin beş bıçağa kadar gidecek hali yok ya... Aslında var.

Gillette hırs yapmış olacak ki yeni tasarımıyla tahtına yeniden oturmak için geri döndü. Tahmin edin bakalım nasıl bir tasarım stratejisiyle. Tabii ki tasarıma bir bıçak daha ekleyerek, yeni ürün "Gillette Fusion" yaratıldı. Oysaki daha bir kaç yıl önce, iki bıçak devrimiyle, yüzümüzdeki sakalın tek vuruşla kökünden kazındığı reklam edilmiyor muydu. Geçen bu süre zarfında ne olmuştuda bu iki bıçağın üzerine üç bıçak daha eklenmişti.

Olsa olsa küresel ısınma erkeklerin horman dengesini olumsuz yönde etkilemiş bu da aşırı kıllanmaya sebep olmuştu, ya da bıçak sayısının arttırılmasına tepki olarak sakal familyası da, kendi mutant sakallarını yaratarak tekrar direnişe geçmişlerdi. Üçüncü bir açıklama aklıma gelmiyor.

Sonuç olarak Gillette firması her seferinde, altı üstü sakal kesmeye yarayan bir makineye, olsa olsa Boeing firmasının yeni jetine vereceği bir ismi kendi ürününe vererek, müşterilerinin ilgisini çekmeyi başarıyor.

Yeni ürün; "Gillette Fusion Power Phantom"u sizlere taktim etmekten gurur duyarım. İsmini duyunca insanın "Breh Breh!" diyesi, alıp da ilerde bir gün lazım olur diye bir kenara koyası, tıraş olduktan sonra üzerine binip, uçan süpürge edasıyla işine gitmesi geliyor.

Ama unutmayın! Sadece tıraş olmaya yarıyor.....




Paradoks

Paradoks kavramı küçüklüğümden beri ilgimi çekmiştir. Özellikle fizik paradoksları. Hatta çocukluğumun kahraman dergisi Bilim ve Teknik'in 1995 mayıs kapağı hala aklımdadır, çünkü kapak konusu "Paradokslar" dı:)

Yıl oldu 2008 ve benim eski kadim dostum, yol arkadaşım Bilim ve Teknik dergisi, bu ay verdiği Yeni Ufuklar ekinde Fizik Paradoksları konusunu seçmiş. Prof. Dr. Vural Altın'ın hazırladığı bu ek, okuması ve kafa yorması zevkli bir
çalışma olup aynı zamanda bana geçmişi hatırlatarak, bloguma yeni bir etiket eklememe vesile olmuştur.

En basit anlamda - ve yeterince açıklayıcı olmasa da- par
adoks kelimesini "çelişki" olarak tanımlayabiliriz. Ancak yukarda bahsettiğim çalışmada paradoks sözcüğünün ne anlama geldiği çok güzel bir öyküyle açıklanmış. Ben de sizlerle önce bu hikayeyi paylaşmak sonrada bir kaç küçük sevimli ve espirili paradoks örneği verip sizi konuya ısındırmak istiyorum:)

"Çincede 'paradoks' sözcüğü, 'mızrak' sözcüğünü simgeleyen 'pin' karakteriyle, 'kalkan' sözcüğünü simgeleyen 'yin' karakterinin yan yana getirilmesiyle yazılır: 'pinyin.' Bunun nedeni, MÖ.3. Yüzyıl felsefe yazıtlarından 'Han Feizi'de anlatılan bir öyküye dayanmakta. Öyküde bir adam, mızrağıyla kalkanını satmaya çalışmaktadır. Etrafında toplanan kalabalıktan birisi öne çıkıp mızrağın ne kadar iyi olduğunu sorar. Adam, mızrağının 'dünyadaki herhangi bir kalkanı delebilecek kadar güçlü' olduğunu söyler. Bir başkası kalkanı merak edip "peki ya kalkan nasıl?" diye sorar. adam kalkanın da, "dünyadaki herhangi bir mızrağın darbesine karşı koyabilecek kadar dayanıklı" olduğunu söyler. Bir üçüncüsü aykırılığı sezinlenmiştir: "Peki, birisi o mızrağı alıp kalkanına saldırırsa sonuç ne olur?" diye sorar ve satıcı bu soruya cevap veremez. Bu durum o günden beridir, "kendi içinde çelişkili" deyimine yol açmıştır. Bir önceki örnekteki gibi; satıcının iddaları ayrı ayrı doğru olabilir, fakat aynı anda ve aynı yerde doğru olamazlar. Çünkü; Mızrak kalkanı delecek olsa, iddialardan biri, aksi halde diğeri geçerliliğini yitirir. KAYNAK

Gelelim işin eğlenceli kısmına. Ya da hayatımızdaki basit paradokslara:)

Örneğin birisine, Söylediğin her şey doğrumu diye sorduğumuzda aldığımız cevap 'Hayır' ise, bu kişi güvenilir birimidir yoksa bu kişiyle hiç işimiz olmamalı mı:) Olayı nasıl çözümleyeceğiz?

Adamın cevabı hayır olduğuna göre yanlış söylüyor demektir. Arada bir yanlış konuşuyorsa, hayır dediğide yalan ve yanlış olabilir. O zaman hayır, evet olur. Bu sefer evet diyorsa her söylediği doğru olduğundan hayır da doğrudur... En iyisi bu adama hiç itimat etmemek:))

Günün birinde yolumuz bir köye düştü. Ama bu köy öyle sanıldığı gibi bir köy değil. Herkesin kendine göre bir özelliği var. Ve bu insanlardan ikisi bizi köyün girişindeki köprünün başında bekliyor. Burada iki köprü var. Biri köye gidiyor. Diğeri gitmiyor. Ve adamlara soruyoruz: Köye giden köprü hangisi?

1.adam: Ben herzaman doğru söylerim. Bu köprü köye gider.
2.adam: Ben her zaman yalan söylerim. Arkadaşımın gösterdiği köprü köye gider.
Acaba hangisi alancı? Kaynak

Paradoksla kastedilenin ne olduğunu anlamak için eğlenceli bir örnek daha; bu daha ç
ok bir paradokstansa paradoks şakası olarak açıklanabilecek bir örnek:)

Tereyağlı kedi paradoksu: Genel gözlenen bir doğa olayı ve bir Murphy yasasından oluşur; Kediler her zaman dört ayak üstüne düşer. Tereyağlı ekmeğinse hep yağlı kısmı halıya denk gelir. Paradoksal bir düşünce deniyidir. Bir kedinin sırtına, yağlı kısmı üste bakacak şekilde bağlanacak bir ekmek dilimi bu paradoksun ana parçasıdır. Kedi dört ayak üstüne çalışmaya çalışacak, ancak Murphy yasasına göre tereyağlı ekmeğin yağlı yüzü de aynı şeyi deneyecektir. Bu durum bir paradoksa sebep olur. Bazı düşünürler şakayla karışık biçimde kedi-tereyağlı ekmek sisteminin yere yakın bir mesafede havada asılı kalacağı ve enerjinin korunumu dolayısıyla da düşmeden kazanılan enerjinin korunarak sistemin kendi ekseninde dönmesine sebep olacağını iddia eder. Bu şekilde bir anti yerçekimi alanı oluşturulabileceği de iddialar arasındadır. Kaynak

(Bu arada Paradoks sözcüğü Yunanca "Para : Dış, Aykırı" ve Doxa: düşünce, inanış" sözcüklerinin birleşmesi sonucu oluşmuştur)

Son olarak yine Prof.Dr. Vural Altın'ın çalışması
ndan bir alıntıyla yazıyı bitirelim.

'Karşı konulmaz bir kuvvet', 'kımıldatılamaz bir kütle' ile karşı karşıya geldiğinde ne olur?... Bu bir paradoks. Çünkü kuvvet galip gelirse, o 'karşı konulmazlığını korurken, kütle kımıldatılamaz olmaktan çıkar. Aksi halde, kütle kımıldatılamazlığını korurken, kuvvet karşı konulamaz niteliğini yitirir. Aslında böyle birer kuvvet ve kütlenin var olması, kuramsal olarak mümkündür. Ancak, ayrı dünya veya evrenlerde bulunmak zorundadırlar. Her biri kendi dünyasına hükümran olabilir, ancak bu dünyaların çakışmaması gerekir. Çünkü, karşılaşmaları halinde bir tezatlık doğar. Bu, sözkonusu paradoksun mantıksal açıklaması. Fiziksel açıklaması ise şöyle olabilir. 'Karşı konulamaz', yani sınırsız büyüklükte bir kuvvetin hareketi, sınırsız enerjiye karşılık gelir. Enerji kütleye dönüşebildiğinden, sınırsız enerji sınırsız kütleye yol açar ve bu kütle kendi üzerine çökerek, bir karadelik oluşturur. 'Kımıldatılamaz kütle', yine öyle. Sonuç iki karadeliktir ve bunlar karşılaştıklarında. birleşip tek bir karadelik oluştururlar.

Bir alanı daha mı iyi tanımak istiyorsunuz? O alanın özelliklerini daha iyi kavramak, kolay kolay yakalayamayacağınızı düşündüğünüz daha çok ayrıntısına doknabilmek, söylemine girerek o alanı gerçekten içselleştirebilmek mi istiyorsunuz? O halde, hiç durmayın, o alanda ortaya çıkmış paradokslara yanaşın. Hatta, o alanda gizli saklı kalmış olasıparadoksları görmeye, ortaya çıkarmaya çalışın... (1995 tarihli malum yazıdan:))

Devam edecek...





Into The Wild Üzerine Bir Alıntı


Fairbanks'in birkaç kilometre dışında, genç otostopçu, Alaskavari günbatımında duruyordu. Sırt çantasından tüfeği görünüyordu ama Jon Krakauer'in de dediği gibi, "49. eyalette, arabasıyla oradan geçenler için, yarı otomatik bir Remington'ı olan bir otostopçu üstüne durup düşünülmesi gereken mevzu değildir."
Krakauer'in kitabı 'Into the Wild', Washington DC'den hali vakti yetinde bir ailenin oğlu olan 24 yaşındaki Christopher McCandless'in hikâyesini anlatır. McCandless, 1992 yılında medeniyetten kopup tüfeği ve büyük bir bohça dolusu pirinçle, donmuş kırsala doğru yola koyulur.
Yolda, bütün parasını yakar ve sahip olduğu tek haritayla birlikte ona medeniyeti hatırlatan her şeyi fırlatıp atar. Alaska'yı yürüyerek geçme konusunda başarısız olunca, bir zamanlar avcıların sığınak olarak kullandığı 1940'lardan kalma bir minibüsün içinde kamp kurar. Burada Nisan 1992'den, Ağustos 1992'de açlıktan ölene kadar bir başına yaşar.
Alaskalılar, o günden bu yana, McCandless'ın başına 'aslında' ne geldiğini tartışıp duruyorlar. İçinde öldüğü terk edilmiş Fairbanks şehir otobüsü şu anda bile, az sayıda da olsa Krakauer'in kitabından etkilenmiş bazı dervişlerin tapınağı olmuş durumda. Etrafa dağılmış boş Yukon Jack ve Jack Daniels şişelerinin yanlarına, 'Hayallerinin izinde git, hiçbir şey seni daha iyi hissettirmeyecek', 'Başkalarını kandırmaya çalışmayı bırak, gerçek içinde' ve 'Hayattaki en güzel şeyler beleştir' gibi mesajlar yazılmış.

Bulunduğunda 25 kiloydu
Taşra ortamına alışık olan Alaskalılar, şimdiden rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Simpson'a göre, birçokları McCandless'ın kırsalda tek başına yaşama isteğine hayran kalırken, genel görüş, McCandless'ın aptalca kararlar aldığı ve bu kararlar yüzünden öldüğü yönünde. Bazıları da onun zaten ölmek istediğini düşünüyor. Azımsanamayacak sayıda kişi de, McCandless'ın akıl sağlığının yerinde olmadığını ve en baştan, ormanda tek başına kalmasına izin verilmemiş olması gerektiğini düşünüyor.
Christopher McCandless'ın hikâyesi, vahşi doğada yapılan birkaç küçük hatanın ne kadar hızlı bir biçimde bir trajediye dönüşebileceğini de gösteriyor. Bir süre avcılık yaparak hayatını sürdürmeyi başardıysa da, yeterince yemiyordu ve medeniyete dönmeye karar verdiğinde bunu başaramayacak kadar zayıflamıştı. Yağmur ve kar suyuyla bataklığa dönmüş bir nehri geçmeye çalıştı ama aslında birkaç yüz metre ileride bir köprü olduğunu bilmeksizin, geri dönmek zorunda kaldı. Minibüsten yalnızca bir günlük yürüme mesafesinde olan ABD Ulusal Park Hizmetleri'ne ait devriye gezen bekçiler için sürekli açık tutulan ve yemek, yatak ve ilkyardım gereçleri içeren bir kulübe vardı. Ama McCandless haritasını attığı için bunları hiçbir zaman bilemedi.
Sağanak yağmur altında, zar zor minibüse geri döndüğünde günlüğüne yazdıkları şöyle: "Çok güçsüzüm. Patates soğanından dolayı. Ayağa kalkmakta bile zorlanıyorum. Açım. Büyük tehlikedeyim."
Bir ay içinde, açlıktan ölürken, günlüğüne "Mutlu bir hayatım oldu ve Tanrı'ya şükrediyorum. Elveda ve Tanrı hepinizi korusun!"
Bunlar bilinçsizleşmeden önce son yazdıklarıydı. 19 gün sonra, avcılar ve yürüyüşçülerden oluşan bir grup, minibüste, annesinin onun için yaptığı uyku tulumlarının içinde McCandless'ın cesedini buldular. Yalnızca 25 kiloydu.
Kaynak

"I Now Walk Into The Wild"

"İki yıl süresince dağ taş dolaştı. Telefon yok, havuz yok, ev hayvanı yok, sigara yok.
Sonsuz bir özgürlük.
Sınır tanımayan bir maceracı.
Evi yollar olan ve güzelliklere yolculuk yapan bir seyyah.
İşte şimdi iki yıl süren bir başıboşluğun ardından, en son ve en büyük maceraya başlamanın zamanı gelmişti.
İçindeki sahte kişiliği öldürmek için heyecanı doruğa ulaşan bir savaş ve galibiyet sonucu ruhsal dönüşümün başarıyla tamamlanması.
Medeniyet tarafından daha fazla zehirlenmemek uğruna kaçtı ve yabanda kaybolmak uğruna ıssız doğada tek başına dolandı."

Alexander Supertramp Mayıs 1992

Christopher Mc Candless'ın kendisine taktığı isim buydu, Alexander Supertramp. Christopher 1990 ılında Emory üniversitesinden mezun olduktan sonra, o güne kadar biriktirdiği 24 bin doları, yanında "tüm birikimim burada, bununla açları doyurun" yazılı bi notla Oxfam'a bağışlayarak, kafasındaki medeniyetten kaçış projesi için yola koyuldu.
Bir süre arabasıyla yol aldı, daha sonra arabasını terk edip, üzerindeki son bir kaç doları da yakarak yoluna para ve arabası olmadan devam etti.
Christopher'ın çıktığı bu yolculuğun nihai amacı Alaska'ya giderek, oradaki vahşi doğayla iç içe yaşayabilmekti. Bunu kısa bir süreliğinede olsa başardı.

Into the wild, Christopher Mc Candless'ın gerçek yaşam hikayesidir. Sean Penn'in yönettiği (aynı zamanda senaryosunu da yazmıştır) bu film, John Krakaur'un 1996 yılında yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Ancak romanda, hikaye sondan başlayarak anlatılmış, filmde ise kötü haber sonraya bırakılmıştır.

Bu film hakkında yazılıp çizilecek çok şey olmasına rağmen ben burda filmin tamamını yorumlamak yerine bir kaç ayrıntı üzerinde durmak istiyorum. Bunun nedeni ise, bir kaç forumda filmin sonuyla ilgili yapılmış yorumlar.

Konusunu yukarda kısaca özetlediğim filmin sonu gerçekten boğazımızda düğümlenen bir dramla noktalanıyor. Bu sonla ilgili en önemli sahne olarak gördüğüm Christopher'ın ailesiyle kucaklaşmayı hayal ettiği sahne bir çok kişi tarafından, bu hayalin Christopher'ın o an içinde bulunduğu durum yüzünden kurulduğunu, normal şartlarda böyle bir şeyi istemeyeceğini savunuyor. Oysaki bu yorumu yapmak için, filmin Christopher'ın geri dönmeye çalıştığı bölümünü kaçırmış olmak gerekir. Christopher dönmek istedi, ama dönüş yolunun üzerinde bulunan nehrin sularının yükselmesi sebebiyle "Magic Bus" ına geri dönmek zorunda kaldı. Bence bu andan sonra Supertramp orda istemeyerek kaldı.

Tabi bu yorumlarda, namı değer Alexander Supertramp'a geri dönme isteğini yakıştıramamanın, kafalarda yaratılan kahramanın gerçekleştirdiklerine gölge düşürmek istememenin de payı var.

Bununla birlikte filmde hoşuma giden bir yığın ayrıntıdan birisi de, yolculuğu sırasında yolunun bir şehre düşmesi ve orda bir gece bile olsa kalmaya tahammül edememesi. O karmaşa içersinde, tam bir yabancı gibi ortada kalması.

Ayrıca Supertrampın kitap okurken kullandığı gözlüğe, nehirde karşılaştığı Danimarkalı deli çifte ve filmin müziklerine bayıldım. Bu film için bundan daha iyi şarkılar yazılamazdı. Soundtrackin büyük bir kısmını Eddi Vedder (Pearl Jam) hazırlamış ve hayatının şarkılarını yazmış diyebiliriz. "Society" ve "No Celling"i filmden sahneler eşliğinde aşağıda dinleyebilirsiniz.

Soundtrackteki diğer parçalar;

setting forth
far behind
rise
long nights
tuolumne
hard sun (indio)
the wolf
end of the road
guaranteed


Into the wild ayrıca 9, 11, 20 Nisan tarihlerinde İstanbul Film Festivalinde de gösterilecek.
IMDB


EXPO 2015 Haberini Duyurmak

Yanlış olduğu halde, ana haber bültenlerinde coşkuyla anons ettirecek kadar önemli bir resmi olmayan sonuç sızdırma girişimi,-ki buna bir asparagas demek daha mı doğu olur bilemiyorum- nasıl oluyor da haber ajanslarından geçip ana haber bültenlerine kadar ulaşabiliyor. Hem de henüz resmi sonuçlar belli değil açıklaması yapa yapa, EXPO'nun İzmir'de olduğu haberinin yayınlanması gerçekten ilginç.(Sözü geçen haberlerde sadece duyuru yapılmamış, İzmir'e kaç milyar dolar getirisinin olacağı, kaç milyon ziyaretçi çekeceği, EXPO'nun ne olduğu ve neye yaradığı gibi açıklayıcı ve bilgilendirici(!) haberler de verilmiştir)

Bazı durumlarda resmi olmayan sonuçlara göre haber verilebilir, çünkü üç aşağı beş yukarı durum bellidir, sonuç kesine yakındır, ama böyle topu topu yarım saat sürecek bir oylamayı bekleme sabrını gösteremeden, ülkeye haber dağıtma girişimini anlayabilmiş değilim. Belki ilerde bir açıklama yapılır. (Türkiye şartlarında sanmıyorum)

Aslında gazete web siteleri ağız birliği etmişcesine hevesimiz kursağımızda kaldı benzeri başlıklar atana kadar, yanlış haber verdikleri için özür dilemeliler. Ama dilemezler, dilemeyecekler, çünkü kültürümüzde özeleştiri ya da hatayı kabullenme gibi davranış biçimleri yer almıyor. Zaten çoğu yayın organında bunun üzerinde bile durulmayacak, duran olursa da şayet, suçu başkasına atarak (örneğin haberi temin ettikleri ajansa) işin içinden sıyrılacak, çünkü bu ülkede sorumluluk diye bir kavramdan bahsetmek çok zor, çünkü bu ülkede herkes kendine müslüman. Enteresan bir ülkeyiz vesselam.

Farm Frenzy

Hala oynamamışlar için süper bir boş zaman geçirgeci daha. Farm Frenzy, adından da anlaşılacağı üzere, tam bir çiftlik çılgınlığı yaşamanıza sebep oluyor. O yüzden bu oyun, gerçekten bir boş zaman geçirgecidir.Herhangi bir işinize ara verip, dur şu oyuna bir bakayım denebilecek türde bir oyun değildir. Çünkü ara verdiğiniz işe asla geri dönemeyebilirsiniz. Zaten yapılması gereken onca iş dururken çiftliği bırakmanız mümkün değil. Çimleri sula, yumurtaları topla, hurda bir triportörden bozma kamyonetle ürünleri şehre götürüp sat, yeterince birikimin olunca koyun ve inek al, bunların sütünde yününden yararlanıp işi top top kumaş üretmeye götürecek kadar ilerlet, tüm bunlar olurken binalarını ve kamyonetini yenile ve başka çiftlikler alarak genişle babam genişle. Birde tabii ki ayı saldırılarınladan sürünü korumaya çalış:). Dediğim gibi bir başladınızmı, çiftlik hayatı sizi sarıyor ve gerçek işinize dönmek istemiyorsunuz. Hatta ben bile, burda daha önce tanıttığım diğer bir boş zaman geçirgeci olan, Diner Dash adlı oyundaki garsonluk görevimden istifa edip, kendimi bu çiftliğe verdim:)
Tüm bu bağımlılık yaratan sebeplerden dolayı, boş kaldığınız bir zamanda, kafanızı iyice dağıtıp, huzura ermek istediğiniz bir zamanda oynamanızı tavsiye ediyorum. İşlerinizden geri kalmanızı istemem.
Biraz temiz çiftlik havası almanın hepimize faydası olacak:)
(resimlerin kocaman versiyonları için üzerlerine tıklamanız gerektiğini hatırlatmama gerek yok sanırsam:))
Gelelim demoya. Burdan oyunun trial versiyonunu indirebilirsiniz. (oyunun yapımcılarını düşündüğüm için tam sürümleri konusunda yardımcı olmuyorum. Ancak bedelini ödemeden oynamak isteyenler bana muhtaç değiller:) zira arama motorlarını bu kötü amaçlar için de kullanabilirsiniz:)

Bir Street Fighter Nostaljisi

Street Fighter, özellikle benim kuşağımdan olanların geçmişinde özel yeri olan bir oyundur. O yüzden (nerden aklıma geldi bilemiyorum) madem bir blogum var yeri geldikçe eski dostları anayım, anmaya da Street Fighter'dan başlayayım dedim.


SF, her ne kadar CapCom firması tarafından 1989 yılında piyasaya sürülmüş olsada, bizim geçmişimizde yer eden, en taktir edilip oynanılası olanı 1992'de çıkarılan SF II versiyonudur. (ve pek tabii ki SF II')

Bilgisayar oyunlarıyla ilgili her yazışımda tekrarladığım gibi, yeni nesil PC ve Konsol oyunları, biraz oyun olmaktan çıkıp ciddi birer uğraş halini aldıkları için, aramızda onlardan bahsederken, bir iş hakkında konuşuyormuş gibi davranıyoruz. Ama 80'li yılların ürünü olan SF, o yılları yaşamış olanlar arasında, hala akla geldikçe eğlenceli ve sonu gelmeyen sohbetlere konu olabiliyor. Çünkü herbirimizin SF hakkında uzaktan yakından bir anısı bir yaşanmışlığı vardır, bunu inkar edemeyiz:)

Daha sonradan filmi de çekilen (çok ama çok gereksiz bir filmdi) SF'ın yeni ve modern versiyonları yapılmış olsa da, SF dendiği zaman anlamamız ve oynamamız gereken, çekirdek dövüşçü kadrosunun olduğu, SF II ve SF II' versiyonlarıdır. Daha sonra çıkan SF'lar da, hem karakter sayısı artmış hem de hareketlerin boku çıkmıştır. Oysaki bir foryuuuuken (Shoryu-Ken) ya da bir aduuuuken'in (Ha-Do-Ken) zırt pırt yapılabilen atraksiyonlar olması yerine, zor ve yeri geldiğinde yapılabilmeleri daha makbuldür:))

Bütün bunların yanında SF'ın ve bütün bu tip oyunların, eski tip joysticklerle ve ayakta oynanmaları gerekir:) (klavyeden oynayınca gerçekten birşeye benzemiyor) Gerçi bu tip oyunların en iyi oynandığı yerler, şimdi ünvanlarını internet cafelere kaptırmış olan, atari salonlarıdır. Ancak bu mekanlarda da, devamlı başına dikilip, "geçemiyorsan senin yerine geçeyim" diye ahlaksız tekliflerle tacizde bulunmayı kendilerine meslek edinmiş insan evlatları bulunurdu. Onlar olmasa, sen oynarken senden daha iyi oynayabilen biri yanına girip, oyunda senin bir güzel ağzını burnunu kırarak, jetonunun yanmasına vesile olanlar olurdu. Hooof! Ne sıkıntılıymış... Evde oynasan bir türlü, salonda oynasan başka türlü, huzur yok. En iyisi, SF için komple bir atari salonu konsolu yaptırmak:)

Neyse, şimdi SF'ın çekirdek kadrosunu oluşturan arkadaşlarımızı burda kısaca tanıtarak anmak ve selam göndermek istiyorum:)

KEN MASTERS : Ryu ile birlikte en fazla tercih edilen dövüşcümüzdür. Ama ne yalan söyliyeyim, her zaman Ryu'dan biraz daha iyiydi:) Adamı Ho-Do-Ken ve Shoryu-Ken manyağı yapar. Ayrıca zengin çocuğudur... Para artık ona ne yaptıracağını şaşırttığı için kendisini kavgaya dövüşe vermiştir. Ne zaman ki, Ha-Do-Ken'leri ve Shoryu-Ken'leri teker teker değilde üçer beşer atmaya başlamış, o zaman da mertlik bozulmuş ve oyun çığrından çıkmya başlamıştır. Ayrıca Ken kardeşimizde aynı kıyafetin lacivert renklisi de mevcuttur.

RYU: Ryu için Ken'in Japon versiyonu da diyebiliriz. Hep ikinci adam olagelmiş, asla Ken kadar popüler olamayıp onun gölgesinde kalmıştır. Ama Ken'e göre daha karakterli bir arkadaşımızdır. Ken Shoryu-Ken konusunda uzmanlaşmışken, Ryu daha çok Ho-Do-Kenci bir kişiliğe sahiptir. Ancak hakkında yazması sıkıcı bir hal almaya başladığı için bir diğer karaktere geçilmiştir.



CHUN - LI: Street Fighter'ın ilk bayan dövüşcüsüdür. Adamı havada kapıp yere çarpar, tersi pistir. Yep Yep diye tabir ettiğimiz tekmeler konusunda uzmanlaşmıştır.(aynı anda hem kafanı hem kıçını kırabilecek kadar uzman)
Oyundaki tek Çin vatandaşıdır. Daha ileriki ünitelerde bahsedecek olduğumuz M.Bison adlı kişi, bu kızımızın babasını darp etmek suretiyle öldürmüştür. Bu yüzden Chun-Li'de kendisini intikam peşinde, bu kavga dövüşün içinde bulmuştur. Erkek miletinin alayına gıcıktır.


E. HONDA: Hemen belirteyim, isminin başındaki E harfinin açılımı "Edmound"dur. Bu niye bu kadar önemli, çünkü bizler küçükken bunu bilmediğimiz için herbirimiz o E harfine kıçımızdan bir şeyler uydururduk. (Eşek, Enayi, Ebdoplazmik retikulum vs. vs.) Bunun dışında hafızamda yer eden başka bir husus, E.Honda'nın kırmızı don giydiğiydi. Bunu da, yenildiği zaman yere yığılınca açılan kıçından biliyoruz:)
Street Fighter'ın ilk bonus bölümü olan arabayı parçalama kısmının en başarılısı da bu şahsiyettir. Kırmızı don giydiği için hakkını yeyecek halimiz yok:) Hareket olarak da, adama yaklaşık on metreden uçan kafa atabiliyor.

BLANKA: Yeşil, vahşi, insanlıktan çıkmış bir mahlukattır. (ama hepimizde olduğu gibi onunda özünde iyi huylu sevimli bir yaratıkcık olduğuna eminim) Adama elektrik vermekten kafasını ısırmaya kadar her türlü pisliği yapar. Oyunu Blanka ile bitirdiğimiz zaman kayıp olan ailesine kavuştuğu gibi bir şey hatırlıyorum:) Ailesi kayıp olduğu için bu arkadaşı dişi bir jaguarın büyüttüğü rivayet edilir.


ZANGIEF: az tercih edilen, hantal, kıllı, yarma gibi bir abimizdir. Ne tesadüftür ki bu da kırmızı don giymekten kendini alamaz. Rus (S.S.C.B.) vatandaşıdır. Kendi etrafında kollarını açarak döne döne adama çakar ama pek işe yarayan bir hareket değildir. Daha çok taktir ettiğim hareketi, rakip müsabıkı ters çevirip, bacaklarının arasına alıp zıplayarak onu yere vurduğu- üstüne oturduğu da diyebiliriz- bir nevi pankreas hareketidir. Gerçekten anlatması bile zor oldu. Oyunu Zangief'le bitirdiğimiz zaman Gorbaçov'la dans etme şerefine nail oluyoruz.

DHALSIM: Bu arkadaşımızın eli kolu rahat durmaz, her yere uzanmak ister, Yeri gelir ateş tükürür, yeri gelir kafa atar, ama çok piste dayak yer. Yakın dövüş konusunda çok yetersiz olduğu için, yakınına yaklaşabilirseniz çok rahatlıkla ağzını burnunu kırıp eline verebilirsiniz.
Dhalsim Hindistan vatandaşıdır ve aslen Bombay'ın içindendir.




GUILE: En hafif tabiriyle piçin tekidir. Ken'den daha da artisttir. Rakibini indirdikten sonra ilk iş olarak saçlarını tarar. (saçlarını jiletle taradığı yönünde iddialar var:)) Oyunu Guile'la bitirince doğru dürüst bir şey olmuyodu sanırım, ya da ben hatırlamıyorum. ABD ordusunun bir üyesidir. Alekspuuuuu şeklinde tasvir edebileceğimiz bir atraksiyonu vardır. Bir de hava saldırılarına karşı bizlerin jilet çekme diye tabir ettiğimiz bir savunma methodu vardır ki çok başarılıdır. Bu arkadaşa havadan değil karadan saldırılmalıdır. Özet olarak; hıyarın önde gideni geride durmayanıdır.


BALROG: Street Fighter'ın boksörüdür. Anca yumruk atar, tekmelerini kullanmak hiç aklına gelmez, o yüzden tekme tuşları ziyan olur. Güçlü abiler grubuna giren dörtlünün ilkidir. Bu kişilikle pek bir yaşanmışlığım yoktur. Tanımam anlamam döverim.





VEGA: Esrarengiz ve psikopat bir kardeşimizdir. Elinde tırmık, yüzünde maske tellere tırmanır, insana tepeden bakar, manyak manyak lüzumsuz hareketler içine girer, adabıyla dövüşmez. Zaten Vega seçebileceğimiz karakterler arasında değildir. (Tabii ki II ve II''dan bahsediyorum sonrası beni ilgilendirmez) Oyunun sonlarına doğru karşılaştığımız Vega insanının hareketlerini fazla hatırlamıyorum.



SAGAT: Tayland'lı bir Thai Box temsilcisidir. Tek gözü yoktur ama sırık gibi boy, atletik bir vücut sahibi olduğundan insanı adam akıllı hırpalamayı bilir. En önemli silahlarından biri, biraz Shoryu-Ken'i andıran Tiger Uppercut'dır. Sondan bir önceki rakibimiz olması vesilesiyle insana bir hayli sopa atabilir. Uzakta dövüşmekte, fazla yüz göz olmamakta sonsuz faydalar var:)




M.BISON: SF'daki son rakibimizdir. Bu arkadaşı da indirme konusunda muvaffak olabilirsek oyunu bitirmiş oluyoruz. Adının başındaki M. nedeniyle bu arkadaşta Mister Bison olarak anılırdı. (yani ikinci bir E. Honda vakası:)) Kendisinin tam adı Major Bison'dur. Bazı SF versiyonlarında adı Vega olarak da geçer. Derin ve karmaşık bir kişiliktir. Onca hengame arasında o kafasındaki şapka hiç düşmez adamı sinir eder. Bunun da Blanka kadar olmasada türlü elektrik verme aktiviteleri vardır. Kısacası karanlık bir adamdır, yatacak yeri yoktur:)

Street Fighter olayı böyle. Şimdi bir video ekliyorum. Bu videoda Street Fighter II' CE versiyonuyla oynayıp Ken'le oyunu bitiren bir arkadaşımızı göreceksiniz. Bilenler için iyi bir nostalji bilmeyenler için oyun hakkında iyi bir fikir olacağını umuyorum:) (video ekranının sağ alt köşesindeki düğmeye tıklayarak tam ekran yapabilirsiniz)