Lost Hakkında

Malum dizi, yoksa malum muamma mı demeliyim, bilemiyorum kararsız kaldım. Ancak gerçek olan şu ki, bende izliyorum.
Lost, izlemeye yeni başlayan birisi için, bir uçak kazası ile sonuçlanan tipik ıssız ada mahkümiyeti gibi görünse de, daha ilk bölümünden, adanın aslında sıradan bir ada olmadığı mesajını hemen veriyor. Ve sonraki bölümlerde dizi bize sonsuz bir merak bahşediyor:)
Burda dizinin konusu hakında bilgi verip tanıtıcı mahiyette bir yazı yazacak değilim. Bölümler hakkında olacakları söyleyip henüz izlemeyenlere kazık atacak da değilim. (bu 3. sezona kadar izlemiş olan arkadaşlar için geçerli. Hala ilk üç sezonu izlemekte olanlar yazının geri kalanını okumasınlar) Sadece Lost hakkında gelişmeleri ve düşüncelerimi burdan paylaşmak istiyorum hepsi bu.

Lost izleyenlerin öncelikle, ilk üç sezonda biriktirdikleri çok zengin bir soru işareti koleksiyonları oldu. Bu kadar soru işaretinin üst üste birikmesi (yan yana da olur) ve hiçbirinin tam anlamıyla cevaplanmamış olması, Lost izleyicilerinde biraz baygınlık yaratmış olacak ki, dizinin reytingleri birazcık düşmüş. (sırf bu yüzden 2010'da biteceği duyurulan dizinin finalinin daha erkene alınması bile görüşülüyormuş)

Diziyi izlerken biz Lost izleyenlerin iki temel soru işaretimiz var. Birincisi, dizinin konusu gereği olan, bizi acaba ne olacak ne olacak diye meraklandıran ( ki bazıları meraklarından lost teorisyeni olmaya kadar götürdüler işi) sorular. Diğeri de, acaba dizinin son bölümü geldiğinde bütün bu merak ettiklerimiz için tatmin edici cevaplar alabilecekmiyiz sorusu.

Bu ikinci soru daha önemliydi ve yapımcılar bir süre önce bu konuda garanti verdiler, soru işareti kalmayacak, her şey çok güzel olacak benzeri açıklamalar yaptılar.

Ancak 3. Sezonda öyle bir final olduki, belkide dizinin en büyük soru işareti olan, ve birçoğu için diziyi izleme nedeni olan bir soruya cevap verildi.

"Kazazedelerimiz adadan kurtulabilecekler mi?"

3. Sezonun sonunda gördük ki meşhur "flash back" lerin yerini artık "flash forward" lar alıyor ve bu "flash forward"lar da görülüyor ki kahramanlarımız adadan kurtulabiliyorlar. (ama kurtulmakla sorunların çözülmediği muhakkak :) Bu cevap belkide bazılarına diziyi seyretmeyi bıraktırdı:)

Benim merak ettiğim bir başka konu da, yazarların ne kadar ilerde olduğu ya da Lost'un tamamının yazılıp yazılmadığı. Yapımcılar bu "flash forward"ların en başından beri tasarlandığını belirtiyorlar. Peki dizinin ne kadarı tasarlanmış ve yazarlar Lost'un sonunu biliyorlar mı? (bu soruları burda sormanın bi anlamı yok biliyorum:))

Geçtiğimiz ay sonunda "Lost Nasıl" adlı kitabı çıkmış olan Bahadır İçel'in yukardaki sorulara cevabı şöyle;
Bütün "cevaplar belli ve dizide gücünü bu sağlam cevaptan alıyor zaten" (ikna olmamak) "gibi bir olasılık yok." Ancak "Elbette, zeki izleyici bütün bu soyut sorulara somut cevaplar verilemeyeceğini de biliyor"

Ne yalan söyliyim bu son cümle beni biraz üzdü:) Bu açıklamayla, yeterince zeki bir izleyici profili oluşturamadığım kanısına vardım:) Nedeni basit. Ben olabildiğince "somut" bir final istiyorum. Finalini izlediğimiz o gün, "ama... ama... larla başlayan cümleler kurmak istemiyorum:)
Neyse şimdilik bu kadar, ama bu yazı bitmez. Ona göre organize olun!!!:)
Ben 4. sezonun 5. bölümünü izlemek üzere çekiliyorum

Bu arada Lost ile ilgili her nevi şey paylaşıldı. Ben de Lost oyuncaklarına ulaşabileceğiniz linki veriyorum:) Bakında ne şirin şeyler:)

E-Mail Forwardcılığı Diye Bir Meslek mi Var?


E - postalar ilk hayatımıza girdiği dönemlerde mektupla karşılaştırılıyordu. Yine mektuplaşacaktık ama arada postacı gidip gelmeyecek, kağıt alışverişi olmayacak ve mektubumuz sahibine neredeyse anında ulaşacaktı. E-posta'nın babası olarak kabul edilen Prof.Dr. Leonard Kleinrock'ın da -en azından ilk başlarda- bu tür bir düşünce içinde olduğunu düşünüyorum.
Pek de uzun ve köklü bir geçmişe sahip olmasa da, e-postalar da, bütün internet teknolojilerinde olduğu gibi, çok hızlı gelişti ve değişim gösterdi. Mektuplaşmanın (dolayısıyla iletişimin) bu kadar kolaylaştığı bir dönemde, insanların daha fazla yazacağı (ve okuyacağı) düşünülürken tam tersi oldu ve e-posta kullanımı çeşitleneceğine, rutin ve köhneleşmiş bir iletişim aracına dönüştü.
Bunu söylerken, elbetteki e-postanın gücünü ve hayatımızdaki önemli rolünü küçümsemek niyetinde değilim. Ama kabul etmeliyiz ki her gün e-posta kutularımızda gerekli gereksiz bir sürü "Fw" ön başlıklı maillerle karşılaşıyoruz. Ve çoğumuz artık bunları okumuyor bile.
Ancak birilerinin de "forward" işini bir meslek haline getirdiğide bir gerçek. Sanırım kendilerini buna zorunlu hissediyorlar. Bunu bir tür e-posta laneti olarak adlandırabiliriz.
Bazı e-postalar varki, sayısız kere "Forward" edilmelerinden mütevellid okunamayacak hale gelmişler. Bu da ulaştırılacak olan e-postalara (önemli görüyor ki başkalarıyla paylaşmak istiyor) ne kadar özensiz davranıldığını da gösteriyor. Paylaşmak istediğiniz e-postayı, okuduktan sonra, 4-5 saniye ayrımak suretiyle gereksiz kalabalıklardan temizle imkanına sahip olduğumuz halde onu bile yapmayıp direk "Fw" tuşuna tıklayıp göndermeyi tercih ediyoruz. Tembellik artık had safhada.
Her ne kadar forwarderlar bıkmadan usanmadan her gün gönüllü e-posta dağıtıcılığı yapıyor olsalar da, o e-postaların çoğu açılmayıp okumadan siliniyor, açılanlarında çoğu kirlilikten ve kalabalıktan okunmuyor. Bu arada olan gerçekten önemli olan ve özenle gönderilen e-postalara oluyor. yani kurunun yanında yaş da yanıyor.

"Sonrakini Bekleyeceğim - J'attendrai le suivant..."

2003'de Oscar adayı olmuş, 2004'de de Avrupa Kısa Film Fesitvali En İyi Kısa Film ödülünü almış bu kısa film daha önce bir çok yerde paylaşıldı, ama mutlaka izlemeyen kalmıştır diye burda bir kez daha paylaşmak istedim. İlk izlediğimde çok hoşuma gitmişti (hala da öyle) ancak sonunda kadına üzülmemek elde değil, trajikomik bir durum söz konusu:). Eğer şimdiye kadar izlemediyseniz mutlaka izleyin.


"The Date"

Buluşmalar her zaman beklenildiği kadar romantik olmuyor:) İzlemeye değer Kısa bir animasyon. Burdan İzleyebilirsiniz.

Yaşasın Bilgisayar Oyunları!!! (1)

Geçmişe mazi derler ama arada sırada hatırlayıp, nerelerden nerelere geldiğimizin farkına varmamız da hiç fena olmaz. İşte bende tam bu noktada, hayatımızda var olan ve dönem dönem bir çok hatıra edinmemize vesile olan oyunlardan, daha doğrusu oyun oynama araçlarımızdan bahsetmek istiyorum.

Şimdilerde "Oyun Konsolu" diye tabir edilen bu araçların tarihi, biz 80'lerde büyüyenlerin tarihleriyle eş zamanlıdır. O yüzden bizler için çok büyük önem arzeder:)

Günümüzde oyun konsolu dediğimiz zaman akla "PS3", "Wii" ya da "X-Box" lar geliyor. Oysaki, tarih olmuş ama anılmayı hakeden daha başka nice nice konsollar var.

Benim klavyeyle tanışıklığım, bizim için bir efsane olan "Commodore 64" e dayanıyor. Hali hazırda bir bilgisayar olan Commodore'lar , bizler tarafından bir
oyun konsolu muamelesi görüyorlardı. Ama iş o kadar kolay bir şekilde içinden çıkılacak gibi değildi. Bir C64'le oyun oynayabilmeniz için, onu televizyonunuza takıp "power" tuşuna basmanız asla yeterli olmazdı. O yüzden, oynayacağınız oyuna iyi karar vermeniz ve kendinize, ben gerçekten bu oyunla vakit geçirmek istiyor muyum diye sormanız gerekirdi. Soruya verdiğiniz cevap olumlu ise, artık oyun oynamak için ön hazırlık işlemleri başlatılabilirdi.

Commodore çağını yaşayanlar bilir, ya da hatırlayacaklardır, C64'de bir oyunu açabilmemiz için onu, "kafa ayarı" diye tabir ettiğimiz, ama mantığını hala kavrayamadığım, bir işleme tabi tutmamız gere
kiyordu. Hem de tornavidayla...

Hemen sol tarafta gördüğünüz, bir C64 "Kaset koyma ve kafa ayarı yapma" makinesidir:) Oyun kasedini (ki bu bildiğimiz "type" kasetidir) yerleştirip play tuşuna bastıktan sonra, ince bir tornavidayla (şu gözlükçülerin kullandıklarından) sağdaki küçük delikdeki vidayı çevirmek surtiyle (tabii ki yavaş yavaş - kasa şifresini kırmaya çalışan hırsız edasıyla) kafa ayarı yapılırdı. Ne zaman ki küçük kırmızı ışık en parlak konuma gelir, (bunu göz kararıyla tahmin ediyoruz) o zaman kafa ayarı yapılmış sayılır, ama yine de her
seferinde oyun başarıyla açılmaz ve aynı işlemleri tekrarlatabilirdi.








Bu yazdıklarımda biraz abartı olduğu doğrudur, ancak geçmişte bir oyun oynamak için kaç türlü cambazlık yaptığımız aklıma gelince yazıyı bu şekilde yazmak istedim. Commodore 64'ü yerdiğimi kimse zannetmesin, tam tersine o bizim için çok önemli bir makineydi ve hala da öyle. Unutmamak gerekir ki, C64 tüm zamanların en çok satan kişisel bilgisayar modelidir ve bizzat kendisi için tasarlanmış onbin yazılıma sahiptir:) (wikipedi)
Ayrıca kafa ayarı denen illetin nasıl bişey olduğu konusunda bakınız ekşisözlük





80. Oscar Ödülleri Sahiplerini Buldu. İşte Kazananlar

En iyi film: No Country for Old Men
En iyi yönetmenr: The Coen Brothers - No Country for Old Men
En iyi erkek oyuncu: Daniel Day-Lewis - There Will Be Blood
En iyi kadın oyuncu: Actress: Marion Cotillard - La Vie En Rose
En iyi yardımcı erkek oyuncu: Javier Bardem - No Country for Old Men
En iyi yardımcı kadın oyuncu: Tilda Swinton - Michael Clayton
En iyi özgün senaryo: Diablo Cody - Juno
En iyi uyarlama senaryo: Joel and Ethan Coen - No Country for Old Men
En iyi yabancı film: The Counterfeiters - Avusturya
En iyi animasyon: Ratatouille
En iyi kısa metrajlı animasyon film : Peter and the Wolf
En iyi kısa metrajlı belgesel film: Freeheld
En iyi uzun metrajlı belgesel film :Taxi to the Dark Side
En iyi sanat yönetmeni: Sweeney Todd
En iyi kostüm: Elizabeth: The Golden Age
En iyi makyaj: La Vie En Rose
En iyi orjinal müzik: “Falling Slowly” - Once
En iyi görsel efekt: The Golden Compass
En iyi özgün beste : Atonement
En iyi kurgu: The Bourne Ultimatum
En iyi kısa metrajlı film : Live Action Short: Le Mozart Des Pickpockets
En iyi ses kurgusu : The Bourne Ultimatum
En iyi ses miksajı: The Bourne Ultimatum

Altın Heykelciğin Peşinde (2)

Dünkü yazımda, en iyi film, en iyi erkek oyuncu ve yabancı dilde en iyi film adayları konusunda çeşitli türlerde ahkamlar kesmiştim. Bugün de aynı işleme, "Akademi Ödülleri" nin en eğlenceli kategorisi olan animasyon adaylarıyla devam edeceğim. Ancak şu da bir gerçektir ki, 24 dalda verilen ödüllerin herbiri hakkında bir fikir beyanında bulunacak değilim. Çünkü niyetim kapsamlı bir "Oscar" analizi yapmak yerine kendine münhasır bir yazı yazmak.

Geçen yıllarda olduğu gibi, bu yılda öne çıkıp ben bu ödülü alırım diyen animasyon adayımız, bir Pixar yapımı olan "Ratatouille". Zaten "Akademi Ödülleri" nin önceden kestirmesi en kolay kategorilerinden biri de "En İyi Animasyon" filmidir.
İkinci animasyon adayı olan "Persepolis" hakkında da çok şey duydum ve okudum. Ancak tembel bir insan olduğumdan dolayı henüz izleyebilmiş değilim. Onu da izlemek, bir çoğu gibi Oscar'dan sonraya kaldı. (İnsan bu yazıyı yazmadan önce oturur adayları bir izler öyle değil mi? Değil. Bir çok yorum var internette, herbiri filmleri izleyip yorumlamışlar. Mühim olan izlemeden bu yorumları yapabilmek. İşte bende size farklı olanı sunmak üzere burdayım:)

Ama "Persepolis" hakkında bir kaç küçük anekdot vereyim de yazı iyice boş olmasın. "Persepolis Satrapi'nin çok satan çizgiromanından beyazperdeye uyarlanmış. (az satan çizgiromanların da uyarlanmasını istiyoruz) "Cannes Film Festivali" nde "Jüri Özel Ödülü" nü almış. İçeriği itibariyle, İran'ın sert tepkilerini çekmiş.

Üçüncü Animasyon adayımız "Surf Up". Burada da danscı penguenlerin yerini surfcü penguenler almış, ben şans tanımıyorum. Çünkü papaz her sene penguene oy vermez. (geçen yılı hatırlayacak olursak "Neşeli Ayaklar" en iyi animasyon ödülünü almıştı.

Bu yılda Oscar'ı iki yıl önce olduğu gibi TV sunucusu ve komedyen John Stewart sunacak. O da tüm Amerikalı komedyenler gibi çok ve hızlı konuşuyor. Yani yine hızlı hızlı altyazıları okumak durumunda kalacağız. Ama spontane tercüman olması daha büyük bir felaket olacağından böylesi daha iyi.

Akademi Ödülleri'nin en karizmatik kategorisi hangisidir diye sorulacak olursa, tabii ki "En iyi yönetmen" ödülü diye cevaplamak icap eder. Çünkü sözkonusu Oscar olduğunda, yapılan en "cool" yorumlar bu kategori için yapılır. Yine çünkü, bu konuda konuşabilmek için, teknik ayrıntılara hakim olmak gerekir ve bu yüzden, yorumcular en asortik analizleri yapabilmek için birbirleriyle yarışırlar. "... çünkü bu film, bariz bir şekilde yönetmenliği ön plana çıkarmış..." gibi yorumlar duyarız. (İşte o an ordan uzaklaşmanın vaktidir) Ben teknik ayrıntı meraklısı bir yaradılışa sahip olmadığım için, sonucunu merak etsemde, sonucu duyduktan sonra, hiçbir zaman bol ünlemli tepkiler vermem. (Kısacası fazla umursamıyorum dersek kafi olacak) O yüzden adayları sıralamayacağım, zaten en iyi yönetmen tahminimide dün yapmıştım.

Bu yazının üçü çekilir mi bilemiyorum (yani üçleme olur mu anlamında) Ama belki yarın film müzikleriyle ilgili bir kaç şey yazabilirim.

son söz olarak da; ...annnddd oscar goesss toooooo..... demek istiyorum:)






Altın Heykelciğin Peşinde (1)

Bu yıl, yazarlar sendikasının grevi yüzünden düzenlenmesi tehlikeye giren "Akademi Ödülleri" 24 Şubat gecesi sahiplerini bulacak. 80.'si düzenlenen Akademi ödüllerinde en çok merak edilen, pek tabii dir ki "En iyi film".

Oscar'ın bu yılki güçlü adayları; 8'er dalda aday gösterilmiş olan, "No Country Old Men" ile "There Will Be Blood" ile 7'şer dalda aday gösterilmiş olan, "Atanement" ve "Michael Clayton" filmleri, bir de 4 dalda aday gösterilmiş olan ama benim fazla bilgimin olmadığı "Juno" var.
Aday filmlerden de anlaşıldığı üzere, pek sayın akademinin dikkatini çekebilmek için büyük bütçeli filmler yerine, daha çok, güzel hikayeleri olan, kah üzülüp kah sevindiğimiz, dramlar a yatırım yapmak da fayda var:) Ama söz konusu yıl eğer, 2003'de olduğu gibi LOTR - Return Of The King gibi, ya da 2000'de ki Gladiator gibi bir filmle karşılaşırsak, işte o aman sanat filmimiz elimizde patlayabilir. Zaten daha geniş bir çerçeveden bakıldığında her filmin içinde biraz dram vardır. O yüzden teorim hafif çöker gibi oldu:)
Neyse konuya dönelim.
Bilindiği gibi Oscar'dan önce düzenlenen "Altın Küre" ödüllerindeki adaylar, o yılın "Akademi Ödüllleri"nin de favorileri sayılıyorlar. Burdan yola çıkarsak, belki bu yıl "Altın Küre" drama dalında en iyi film ödülünü alan "Atonement" en iyi film Oscar'ını alamayacak, ancak her yıl olduğu gibi bu yılda sivrilmiş, ödül alması daha bir muhtemel olan adaylar mevcut. Örnek vermek gerekirse, "Altın Küre"de olduğu gibi "Akademi Ödülleri"nde de"En İyi Yönetmen" ödülünü Julien Schanebel alabilir, ya da "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü, "There Will Be Blood"daki performansıyla Daniel Day - Lewis'in alması bana daha bir olası gibi görünüyor. Ama yanlış anlaşılmasın, pek sayın akademinin 5830 üyesi içinden, tanıdığım, samimi olduğum, ailece görüştüğüm bir insan evladı yok. O yüzden bir yerlerden tüyol aldığım düşünülmesin, yarışmaya gölge düşmesin:))
Bu arada hatırlatmakta yarar var. Her ne kadar tüm dünyada takip ediliyor olsa da, "Akademi Ödülleri" yerel bir organizasyondur. Yani, sonuçta dünya sinemasından çok Hollywood'un değerlendirildiği bir platformdur. O yüzden, "yabancılar" için önemli kategorilerden birisi de "Yabancı Dilde En İyi Film Adayları" olmalıdır. Madem öyle hemen bu yılki adayları sıralayalım;
- 12 (Rus yapımı)
- Beaufort (İsrail Yapımı)
- Counterfeiters (Avusturya yapımı)
- Katun (Polonya yapmı)

ve kazanması kuvvetle muhtemel aday olan;

- Mongol (Kazakistan yapımı) (aslına bakarsanız bu filme Rus, Kazak, Alman ve Moğol ortak yapımı demek daha doğru olur)

yazının ikinci bölümü yarın bu blogda:)

Explorer'ın Laneti!!!

Sanırım Explorer camiasının Çoban Süzgeci'ne garezi var. Çünkü sayfam Explorerla görüntülenince sorun yaratıyor, görüntülenmek istemiyor. Ben kendim bizzat Mozilla kullanan bir yapıya sahibim, ancak siz değerli misafirlerimin arasında (hala) Explorer kullanan arkadaşlar olabilir, karşılaştıkları sorunları bildirirlerse sevinirim. Ve tabii ki, sorunu çözmek için de gerekli mercilere başvurmaktan da geri kalmayacağım:)

edit: sanırım sorun explorerın bazı versiyonlarındaymış, her model de sorun çıkmıyor zannedersem:)
Kamuouyna önemle duyrulur!!!

YAZI YAZMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI!!!

Gerçekten de zormuş. Her gün bir hadise bulup onun hakkında yazmak. Hele ki sağa sola yazdığım onca şeyden sonra kolay olacağını düşünmüştüm. En azından konu sıkıntısı çekmem diye bir beklenti içersindeydim. Ancak hiç de öyle olmadı. Paragrafın gidişatından yanlış bir şey anlaşılmasın, pes etmiş değilimJ Sadece biraz zamana ihtiyacım var hepsi bu. O yüzden Çoban Süzgeci için önümüzdeki bir ay çok önemli. Tamam mı yoksa devam mı ona karar vereceğiz.

Bu işin en zor kısmı olan güncellemeler kısmı biraz yavaş işliyor ve tek başıma olmam da bu yavaşlıkta en önemli etkenJ. Ama gittikçe hızlandırmak için elimden geleni yapıyorum. (ve ayırdığınız zamana deymesi için düşünüyorum:))

Çoban Süzgeci için henüz bir tanıtım seferberliği de başlatmış değilim. O yüzden günlük ortalama 15-20 farklı ziyaretçiyi ağırlıyoruz, sayfa yükleme sayımız da 70-90 arasında değişiyor. (go stats, stat counter, 123 compteur gratuit, zirve 100 verilerini dikkate alarak verdiğim istatistikler bunlar, Çoban Süzgeci sadece bir sayaca güvenmiyor:)) arada ÇS’nin gelişimini gösterebilmek için (eğer bir ilerleme gösterebilirsekJ:)) bu tür istatistikler vermeye devam edeceğim.

Bu kısa açıklamadan sonra şunu da belirtmeliyim ki bu başlıkta yazılan ilk yazının da bu olmadığını düşünüyorum. Eğer birileri bu başlığı kullanmışsa bilmesini isterim ki ondan araklamadım :)

yasalar kimin için yazılıyor?

Yasa, TDK Türkçe sözlüğünde “Devletin yasama organları tarafından konulan ve uyulması gereken kurallar bütünü, kanun” olarak açıklanmış. Yani uyulması gerektiği için okunduğu zamanda anlaşılır olması gerekir, aksi taktirde anlamadığımız bir kurala nasıl uyabiliriz öyle değil mi. Ama öyle değil. Az biraz hukukla ilgilenmiş, en azından ders geçmek için de olsa hukuka çalışmış insanlar bilir. Örneğin Borçlar hukukuna çalışılacak isek, ya da herhangi bir konuda Borçlar Kanununa danışmamız gerekiyor ise, bunu tek başımıza yapamayız. Çünkü hala “fi tarihinden” kalma bir dille kaleme alınmışlardır. Günümüz Türkçecine çevirmeye kimse gerek duymamıştır. İşte tam da bu konuyla ilgili olarak geçenlerde Hürriyet gazetesinde Bülent Sarıoğlu bir haber yaptı. TBMM’de 23 Ocak 2008’de kabul edilip, 8 Şubat 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan ve 170 kanunda 640 madde değiştiren 5728 sayılı yasadan bahsediyor haber. Yani daha dumanı üstünde bir yasa metninden bahsediyoruz. Haberde söz konusu yasayla ilgili birkaç madde örnek verilmiş, bende burada sizinle paylaşıyorum. Bakalım içinizden bu maddeleri anlayacak olan çıkacak mı.

  • Mecra dahilinde her ne suretle olursa olsun balık saydgahı tesis edenler ef’ali mezkureden tahaddüs edecek zarar ve ziyanı tazminden maada mahalli mülki amir tarafından İkiyüzelli Türk Lirası idari para cezasıyla cezalandırılır.

Yani; alan içinde ne şekilde olursa olsun balık av yeri kuranlar, bu eyleminden dolayı ortaya çıkan zarar ve kaybı ödemenin yanısıra 250 lira idari para cezasıyla cezalandırılır. (tabi balık av yeri kuran adama ef’ali mezkureden tahaddüs eden zarar var derseniz 250 Ytl yi almak zorlaşabilir ya da en azından para cezasını tahsil etseniz bile adamın neyle suçlandığını bilmeye hakkı yok muJ )

  • Bilamüsaade mecraların tarafeyn süddelerinde fetha ve mehaz küşat edenler ile süddeler üzerine tarih ihdas edenler…

Yani; izinsiz alanların etrafında su kaynağı kuranlarla, yakınlarında yol açanlar…

  • Hakim, senedin münkire aidiyetine karar verdiği taktirde münkiri talep vukuunda davanın teahhuru sebebiyle diğer tarafın maruz kaldığı zararı tazmine mahkum eder.

Yani; Hakim, senedin, inkar edene ait olduğuna karar verirse, inkar edeni talep edilmesi halinde davanın geciktirilmesi sebebiyle diğer tarafın uğradığı zararı ödemeye mahkum eder.

  • Bu kanunun ahkamına tevfikan icrayı sanat salahiyeti olmayan veya her ne suretle olursa olsun icrayı sanattan memnu bulunan bir tabip sanatını icra ederse…

Yani; Bu kanun hükümlerine uygun olarak mesleğini yapma yeterliliği olmayan veya ne şekilde olursa olsun mesleğini yapmaktan yasaklanan bir hekim mesleğini yaparsa…

Örnekler bu şekilde devam edip gidiyor. “Üstelik aynı yasada, Türkçe Kullanılması Hakkında Kanun’daki değişiklikle, adli para cezası düzenlenmesi de ilginç bir ironi oluşturdu.” Yani ilk para cezasını yasayı kaleme alanlara verirlerse şaşmamak gerekir, çünkü konuştuğumuz dil Türkçe ise bu yasa metinleri hangi dilden, eğer yasa metni Türkçe ise bizim konuştuğumuz dil nece?

Tabii merak edilen bir başka konuda, bu yasa metinlerini oylayan sayın milletvekillerimizin ne kadarının bu metinleri okurken anladıkları. En azından insan neyi oyladığını bilmek ister.

Son olarak tasarıyı hazırlayan alt komisyonun başkanı AKP Milletvekili Hakkı Köylü’nün açıklamasına yer verelim; “Kanunun üstü sonu başka dil olunca insicam (uyum) kayboluyor kopuyor. Hukukçular bile zor anlıyor, ama uygulayanlar biliyor. Yeni bir düzenlemeyle lüzumsuz olanları kaldırmak lazım”

Kanun metinlerinin üstünün de sonun da günümüz Türkçesine çevrilmesi dileğiyle.


Yahoo hesabımızı Türkçe yapmak


Yahoo'nun Türkçeleştirilmesi arada sırada karşılaştığım bir sorudur. O yüzden burada bu işlemin nasıl gerçekleştirildiğini kısaca anlatmak istiyorum.

"Yahoo Mail" hesabımıza giriş yaptıktan sonra, sağ üst köşedeki "options" bölümüne tıklıyoruz. Açılan sayfanın s0l tarafında, "options" menüsünün altında "Account Information" bölümü var. Oraya da tıklayıp yeniden şifremizi giriyoruz.

Girilen sayfada "Member Information" başlığının karşısındaki "Edit" bölümüne tıklıyoruz. Daha sonra "General Prefences" başlığı altındaki "Preferred Content: Yahoo! U.S." linkine tıkladıktan sonra "Yahoo TURKEY" seçeneğini seçip "Finished" butonuna tıklıyoruz. Çıkan sözleşmeyi kabul ettikten sonra Yahoo hesabımız Türkçe oluyor.

“Daha iyi bir dünya için yeni yollar ve herkes için sağlık”

Hepimizin bildiği gibi İzmir, EXPO 2015’in resmi adayı ve İtalya’nın aday şehri Milano’yla bir yarış halinde. Milano’dakiler ne tür faaliyetler içindeler bilemiyorum ama İzmir EXPO’ya nasıl hazırlanıyor ve hazırlandığı bu EXPO neyin nesidir bu konuda kısa kısa birkaç bilgi vermek istiyorum. (Bu yazının amacı, Türkiye’nin gündeminde olan bir konu hakkında bilgi edinmek isteyenlere kısa ve anlaşılır bir şekilde olayı özetlemektir.)

Ø EXPO, exposition’ın kısaltılmasıdır. Türkçe karşılığı “sergi” dir. EXPO’lar “Dünya Sergisi” ya da “Dünya Fuarı” olarak da adlandırılır.

Ø Amaç; ülkelerin uzmanlaşmış oldukları konulardaki bilgi birikimlerini daha yaşanır bir dünya için paylaşmak üzere bir araya toplanmaktır. Burada ürünler değil fikirler, kültürler ve dünyanın geleceği için projeler sergilenir. Dünyanın kültür, tarih ve eğitim olimpiyatları olarak da nitelendirilebilir.

Ø EXPO, Uluslararası Sergiler Bürosu (BIE) tarafından organize edilir. BIE’ye 98 ülke üyedir. Ülkemiz, 2004 yılı Ekim ayında BIE’ye üye olmuştur.

Ø EXPO 5 yılda bir düzenlenir ve en az 3 en fazla 6 ay sürer. İlki 1851 yılında Londra’da düzenlenen EXPO’lar 150 yılda 63 kez düzenlenmiştir. (ancak BIE’ye üye olmadığımız için bunların hiçbiri Türkiye’de gerçekleştirilmemiştir.)

Ø EXPO’lar gerçekleştirildikleri kentlerin kimliğine hafızalarda silinmeyecek bir itibar kazandırmış olurlar. Örneğin, ilk dünya fuarı 1851 yılında Londra’da düzenlenirken kente ünlü Kristal Palas’ı kazandırmıştır. Eyfel Kulesi ise, 1889 Paris EXPO’su için inşa edilen, 100 yılı aşkın süredir Paris’e hem maddi getiri sağlayan hem de şehrin hafızalardaki yerini sağlamlaştıran eşsiz bir yapı olmuştur.

EXPO 2015 İZMİR

“Daha iyi bir dünya için yeni yolar ve herkes için sağlık”. Temanın “sağlık” olarak seçilmesiyle hem BM Binyıl Hedeflerine ulaşılmasına katkı sağlanması, hem de dünya kamuoyunun, bilim ve teknolojideki ilerlemelerin faydalarının gösterilmesi amaçlanmıştır.

Sağlık teması EXPO tarihinde ilk kez işleniyor. BM’nin hedef olarak belirlediği 2015 yılı ile İzmir EXPO’ sunun yapılış tarihi aynı amaçlar doğrultusunda buluşturulmaktadır. ( Temanın en beğendiğim tarafı da bu)

Logo: EXPO 2015 İzmir logosunun tasarım çalışmaları İZEXPO Konsorsiyumu bünyesinde bulunan Londor firması tarafından gerçekleştirilmiştir. 17 adet logo tasarımı önerisi icra komitesi tarafından değerlendirilerek 5’e indirilmiş, 5 logo tasarımı arasında da halk oyuyla bu logo seçilmiştir.

Logoda bulunan zeytin ağacı, Ege kültürünün bir parçası olarak yüzyıllar boyunca uzun yaşamı sembolize etmiştir. “Ölmez Ağacı” olarak da anılan ve tasarımda kullanılan zeytin ağacı, bölgenin yerel özelliklerini taşıyan küresel bir yaşam ve sağlık sembolüdür

Bütün bu tanıtım, bilgilendirme ve süslü cümlelerin ardından şu da unutulmamalıdır ki, EXPO’nun başarısı ya da başarısızlığı öncelikle yöneticilerin ve bu işi organize edenlerin elinde. Sonuçta hiçbir organizasyon İzmir’den büyük olamaz. O yüzden öncelikli düşünülmesi gereken İzmir’dir, EXPO değil. Biz iyi bir organizasyon yapabiliriz, fuarın süreceği 3-6 aylık süreci de başarıyla atlatabiliriz ancak bu sürecin sonunda, organizasyon sona erdiğinde bütün bu idealist ve süslü söylemlerden İzmir ne kazanacak bunu çok iyi muhasebe etmeliyiz. Çünkü geçmişte İstanbul’da bir HABITAT düzenlenmişti ve bu organizasyonun İstanbul’a ne kattığını çok merak ediyorum.

Son olarak eklemek istediğim bir de oylama sayfası var. Bu sayfanın ne kadar etkili olduğu tartışılır çünkü oylamaya katılım oranı çok düşük ve İzmir açık ara önce. Ama ben yine de linki vermek istiyorum http://www.infoexpo2015.com/index1.php

Coban Süzgeci'nin Puntoları ve Ferhan Şensoy'un Don Kişot'u

Okuma alışkanlığı sıfırın altında eksi derecelerde olan bir toplum için, internet, tembelliği daha da teşvik eden bir araç halini aldı. Yaygınlaşan internet kullanımıyla birlikte, zaten yerlerde olan okumaya ayrılan zaman payı, iyiden iyiye pay olmaktan çıktı. Ancak, okuma alışkanlığının bu kadar vasat olduğu aynı toplumda, yazmaya meraklı bu kadar blogcunun peydah olması da şaşırtıcı. İşte benimde bu arkadaşlara katılmamın üzerinden yaklaşık iki hafta geçti. Bende paylaşır oldum ve yazmaya koyuldum.
Ama yazarken biliyordum ki kolay okunabilir şeyler yazmak gerekirdi ve tabii ki büyük puntolarla. Zaten, genelde yorgun ve pörtlemiş gözlerle bakılan monitörlerde, mümkün olduğu kadar az şey okuma yoluna gidildiği için, birde küçük puntolarla yazılmış yazıları ayıklamak, bir öğrenme yolundan çok bir eziyete dönüşürdü. Bunu bildiğim için, bundan sonrada, büyük puntolarla ve kolay okunabilir yazılar yazmaya çalışacağım.
Büyük puntolar için "İlkokul blogumu len bu" gibi tabirler kullanacaklar için de, Ferhan Şensoy'un, "Orjinalinden pahalı korsan Don Kişot" başlıklı denemeden küçük alıntılar yaparak yazıyı bitirmek istiyorum. Bu denemenin tamamını ve diğerlerini de okumanız dileğiyle.

"...Bir kitapçıya girdim. Don Kişot sordum. Uzattılar. aferin ktapçı! Alfa yayınları'ndan çıkan kitabın çevirmeni İsmail Yerguz. Biraz okudum başından, çeviri düzgün, ancak harf büyüklüğü 9 punto. En gıcık olduğum kitap tipi. Alıp almamak konusunda bir kararsızlık geçirdim.
- Bunun iki beden büyüğü var mı?
diye sordum kitapçıya. Ne demen istediğimi anlamadı ancak beni görünce gülme genel alışkanlığıyla, güldü. Hiçbir yanıt vermedi. Genelde 9 ya da 10 punto harflerle basılmış, karınca duası kitapları pek okumuyorum. Gözüme eziyet bir kitap bu, oku-benisi yok."

"...Dünyada artık bu puntolarla kitap basılmıyor, bu puntolar sadece okunmadan imzalanması istenen sözleşmelerde kullanılıyor."

"...Biz, Ortaoyuncular Yayınları'nda bastığımız kitaplarda 13 ya da 13,5 punto harfler kullanıyoruz. 13,5 punto korsan yayıncıya eziyet ve ciddi bir kamış! Hele hele "Oteller Kitabı" gibi bir buçuk satır aralıklı dizlimişse acayip dıcık olur korsan"

"...Ani bir kararla parasını ödedim, aldım kitabı.
- Buralarda nerde fotokopici var?
diye sordum.
- Tam karşıda, noterin yanında var ağbi!
derken de gülmesini sürdürdü kitapçı.
Hzla çıktım, karşıya geçip fotokopiciye daldım. Kitabın hersayfasını dosya kağıdının iki misli, A3 tabir edilen büyük kaatlara bir bir fotokopilettim, sayfa sırasıyla spirallettim; spiral payı da hesaba katılınca, eni 42 santim, boyu 61 santim 5 milim büyüklüğünde, üç tuğla kalınlığında, çok güzel bir "Don Kişot"um oldu. Ancak benim korsan baskı, kitabın orijinalinden çok pahalıya çıktı.
- Don Kişot'u okudunuz mu?
diye sordum fotokopiciye.
- Hayır ağbi,
dedi. Birinci sayfasına Cervantes'in korsan imzasını çakarak, fotokopiciye hediye ettim orijinalini."

C-BOX HAKKINDA

Yeni oyuncağımız C-Box, biraz riskli de olsa, anlık duygularınızı, hönkürmelerinizi iletebileceğiniz güzel bir platform. Mesaj atarken illaki mail adresinizi yazmanıza gerek yok sadece bir kullanıcı adı girin ve mesajı sallayın. Blogumdaki c-box platformu dar gelenler için http://cobansuzgeci.cbox.ws/ linkini öneriyorum:)

Blog

Bugün biraz serbest atış yapmak niyetindeyim. Daha doğrusu yaptığım bu iş (coban suzgeci) hakkında bir kaç bilgi vermek istiyorum. Çünkü bu blogun sadece benim yazdıklarımdan ibaret olması taraftarı değilim. Çoban Süzgeci'nin ilk yazısında da belirttiğimiz üzere, bütün bloglarda olduğu gibi bu blogunda en temel amacı paylaşımdır. Bu paylaşımı gerçekleştirmek için de, Çoban Süzgeci'nin ilk hedefi yeterli sayıda takipçiye ulaşabilmek ve takipçileri için bir alışkanlık halini almasını sağlamaktır.
Yeterli sayıda takipçiye ulaşabilmek için bir çok teknik ayrıntıyla ilgilenmek gerektiğinden, Çoban Süzgeci'nin şu an için oturmuş bir içeriği yoktur. Ancak şimdilik kafamda olan ve oluşturmak istediğim bu blogda, benim yazdıklarımın dışında ne tür bilgiler paylaşılacağı üzerinde bir kaç şey yazmak istiyorum.
Öncelikle güncelleştime konusunda şunu söyleyebilirim; güncelleştirmeler, öğleden sonra ve geceyarısı omak üzere günde iki kere yapılacak.
Bunun dışında dikkatimi çeken ve paylaşılmasında fayda gördüğüm internet teknolojisi haberlerine ve web sitesi/blog tanıtımlarına, henüz gösterime girmemiş filmler hakkında duyuru, tanıtım ve tavsiyelere, ilk etapta Ankara için olmak üzere tiyatro ve konser duyurularına yer vereceğim.
Blogun sağ tarafında ki başlıklar da dinlemenizi istediklerim kısmı haftada bir kere güncellenecek, bunu dışında benim gibi ingilizce sınavlarına hazırlananlar için, çeşitli sınavlardan seçtiğim üç kelimeyi ve anlamlarını her gün güncellenecek şekilde ekleyeceğim. (yani hiç bir şey yapmıyosan bari günde 3 kelime ezberle kampanyası:))
Bütün bunlardan başka Çoban Süzgeci'nin bir mail grubu oluşturma planı var. Üyelerine haftada bir tanıtım ve hatırlatma maili atacak gruba katılmak için şimdilik yapabileceğiniz tek şey cobansuzgeci@yahoo.com adresine bir mail atmak olacak. (attığınız mailde istediğinizi yazabilirsiniz:)
Şimdilik Çoban Süzgeci ile ilgili söyleyeceklerim bu kadar. Okuma zahmetini gösterenlere teşekkür ediyorum:) (lütfen öneri, istek ve eleştirilerinizi de cobansuzgeci@yahoo.com adresine yollayın)

Facebook, artık hesap ''silmeye'' izin veriyor

Üye olanların sadece hesaplarını "dondurmaya" izin veren Facebook, artık üyelerinin hesaplarını silmelerine olanak veriyor. Hesapları silme seçeneğinde değişikliğe giden Facebook, artık kullanıcıların bu isteklerini e-posta ile kendilerine iletmelerini istiyor. Yardım sayfalarında değişikliğe giden site, Facebook'a atılacak e-posta ile kullanıcıların hesaplarının silineceğini bildirdi. Ancak Facebook, hala üyelerin hesabını kendisinin 'tek tıkla' silmesine izin vermiyor. Facebook, üyelerin, hesaplarını dondurmasına izin verirken kişisel bilgilerinin bir örneğini sitenin sunucularında tutuyordu. Bu özelliği sayesinde Facebook çok eleştiri alıyordu. (milliyet)

Gypsi


Barcelona dün Gypsii adlı yeni bir network sitesinin tanıtımına sahne oldu. Bu yeni sitenin en büyük özelliğini, cep telefonu bilgilerini kaydedebildiği üyelerinin nerede olduğunu göstermesi oluşturuyor.
Özellikle Türkiye'de üzerine binlerce geyik çevrilecek bir sistem olduğu su götürmez bir gerçek:)
Merak eden arkadaşlar için hemen linki vereyim. http://www.gypsii.com/
Aramızda her daim nerede olduğu bilgisini paylaşmak için gönüllü olan var mı?

Reklamlar...

Reklam denilince akla bir çok şey gelebilir ancak benim aklıma ilk gelen yaratıcılık oluyor. Her ne kadar televizyon reklamcılığıyla aram nahoş olsa da yazılı basında ya da internet ortamındaki (tabii bunlara duraklardaki reklamları ve caddelerdeki büyük reklam panolarını da ekleyebiliriz) reklamlarla ilgilendiğimi itiraf etmeliyim. Çünkü tek bir resimde, bir afişte veya bir fotoğrafta bir şeyin anlatılması bir filme göre daha zor ve belki biraz daha fazla yaratıcılık gerektiriyor.
Söz konusu bu yaratıcılık, aynı bugün olduğu gibi, özel günlerde daha bir kendini gösteriyor ve firmalar arasında bir yarış halini alıyor. İşte ben de bugün bu yarıştan birkaç örneği sizinle paylaşmak istiyorum.
Bugün gazetelerde gördüğüm ilk sevgililer günü reklamı TTNet’e ait. Fonda belli belirsiz, flu görünen bir mouse ve onun kalp şeklinde dolanmış kablosu. Herhalde biz sizi büyük bir aşkla bağlıyoruz demek istemişler:) Ya da ne biliyim, nefretle değil aşkla, sevgiyle bağlan da olabilir. Şaka bir yana bence fena olmamış, sade ve hoş bir çalışma olmuş.
Vodafone gibi piyasaya büyük iddialarla girmiş olan bir firmanın sadece “bu fiyata aşık olacaksınız” diye günü geçirmesinden hoşlanmadım, bence daha çok çalışmaları lazım:)
Gel gelelim canımız ciğerimiz her şeyimiz olan Türk Telekom’un reklamına. O da yarım sayfa boyutunda verdiği reklamında özene bezene yazdığı aşk logosunun altına “onun ev ve iş telefonunu ezbere bilmektir” diye bir tanım yapmış. Yoruma gerek yok, fena olmamış diyelim ve geçelim.
Dodge da verdiği reklamda, kırmızı arka plan üzerine kırmızı nitro modelini koymuş ve etrafına da Eros (aşk tanrısı) oklarını serpiştirmiş. Fena bir fikir olmamakla birlikte, bence okların otomobile saplanmış olması daha etkileyici olurdu:)
Tam sayfa reklam alan chakra “aşk, bulutlara dokunabilmektir…” sloganı altına kalp şeklinde bir bulut resmetmiş altına da bir metin eklemiş. Tam sayfa reklam alan bu firmanın, gelecekte daha yaratıcı olmasını temenni ediyorumJ
Hoşuma giden reklamlar arasında bir de banvit reklamı var. “Ali gel” fişinin sol alt köşesinde, Cin Ali’nin aşkı olduğunu tahmin ettiğim bir kızımız ağlıyor. “Hep ilk aşk gibi yaşayacak ve hiç ayrılık olmayacak aşklara” da reklamın sloganı. Banvit bizi bu mutlu günde ayrılık acısıyla vurmuş. “Ali gel” fişinin bu anlamda kullanılması hoşuma gitti ama hüzün barındıran ortamlardan da pek hazzetmiyorum, ne desem bilemedim bu reklam için.
Bir çok reklamın bugüne ait tek özelliği, olağan reklamlarını sağa sola kalp ve çiçek motifleri serpiştirerek yapmış olmalarıydı ki bence çok gereksiz.
Favorime gelince. İsminin avantajını çok iyi kullanarak yaptığı reklamla gönlümde taht kuran (tabii ki kurmadı abartıyorum) alfa romeo. Eski, bol tuğladan yapılmış bir binanın balkonundan aşağıya bakan bir Juliet, ve aşağıda da güzel, park halinde kırmızı bir Romeo. Bu reklamı her sene yapabilirler bence problem olmazJ
Daha bir sürü gözümden kaçan reklam vardır mutlaka ama bugün, oturayım da şu reklamları bir araştırayım, akabinde de bir yazı yazayım düşüncesinde değildim. Gazetelere bakarken bu Alfa Romeo reklamı dikkatimi çekti, sonra diğerlerine de baktım ve bu yazıyı yazdım. Doğrusu çok gerekli de değildi, bu yazısız da bir çoban süzgeci olabilirdi. Nokta
.

"Şu kadarcık..."

Sevgililer günü geyiği yapmayacağım deyip duruyordum kendi kendime ama bir reklam var ki yazmadan edemedim. Hani "şu kadarcık bir şeyi nasıl unutursun" demiyor mu, o işte. Tam olarak mantığını çözebilmiş değilim. Yok ben ayakkabı numaranı hatırlıyorum, yok çayını kaç şekerli içtiğini biliyorum da sen şu kadarcık birşeyi nasıl hatırlamıyorsun. Ah be kızım onla bu bir mi?... Karşılaştırdığı şeylere bak. Hem şu kadarcık şey dediğinin ederi nedir bir bilgin var mı? Sen ayakkabı numaramı unutma bende "şu kadarcık bir şeye" dünyanın parasını saçayım:) (para konusunda konuşmak çok iğrenç gerçekten ama şu kadarcık bir şey deyip insanın kafasına kakmasın oda:))
Hadi paradan vazgeçtim. İşime geldiği gibi, reklamın mantığının tersliğine de saldırmaya meyilliyim. Şu kadarcıkdan kastettiği küçük oluşu değil mi? O zaman unutmam gayet normal çünkü küçük bir şeyi unutmak daha kolay değil midir yoksa bir nedir?
Bazı işgüzar arkadaşlar, "iyi de küçük birşeyden kastettiği o değil ki" diye savunmaya geçebilirler...Geçmesinler... Durumun vehametinin farkındayım, çünkü yalnız geçecek olan bir sevgililer günü beni bekliyor:)

İngiltere'de Yeni İnternet Yasası

İngiltere'de internetten film ve müzik indirenlerin bağlantılarının, servis sağlayıcılar tarafından kesilmesini öngören yasanın hazırlıkları tamamlandı. Servis sağlayıcılar, internette film ve müzik indirdiğini tespit ettikleri abonelerinin internet bağlantılarını kesmek zorunda kalacak. Yasaya göre, yasadışı film ve müzik indirdiğinden kuşku duyulan aboneler önce birer mail gönderilerek uyarılacak. Aynı durumun ikinci kez tekrarlanması halinde, abonenin internet bağlantısı belli bir süreyle kesilecek. Yasa aynı suçu işlemekte ısrar eden kullanıcıların üçüncü kez yakalanmaları halinde, servis sağlayıcılarıyla olan anlaşmalarının iptal edilmesini ve internet bağlantılarının da tümüyle kesilmesini emredecek. AA.


bigoo.ws

Sevgililer Gününe Yasak

Suudi Arabistan, tüm dünyada Perşembe günü kutlanacak olan Sevgililer Günü’nde sevgililerin birbirine kırmızı gül almasını yasakladı. Suudi basınında yer alan haberlere göre, İyiliği Teşvik ve Kötülükten Men Komitesi, başkent Riyad’daki çiçekçilere ve hediyelik eşya mağazalarına kırmızı renkteki her şeyi raflardan indirmeleri talimatı verdi. Bu bahsi geçen İyiliği Teşvik ve Kötülükten Men komitesi çok önemli işlerle ilgilenen bir kurum olsa gerek (!) Baksanıza hiç üşenmeden sırf halkının refahı ve huzuru için, kapı kapı dolaşıp kırmızı ıvır zıvır satışının yasaklandığını tebliğ ediyorlar.
Burada aslında, insan hakları, hukukun üstünlüğü, özgürlük ve demokrasi adına söyleyecek çok söz ve yazacak çok kelime var, ama bu sefer benim merak ettiğim konu farklı. Acaba bu haber ABD basınında da yer alıyor mu? Çünkü, dünyanın muhtelif yerlerine demokrasi götürmeyi kendine borç edinmiş(!) bir devletin halkı, böyle bir habere acaba nasıl tepki gösterir ve ne düşünür. Hele bir de bahsi geçen yasakçı devlet, ABD’nin en sadık müttefiklerinden, dostlarından biriyse. Bilindiği gibi Suudi Kralı’yla baba ve oğul Bush’un ve dolayısıyla ABD yönetiminin arasından su sızmaz. Dostlukları o kadar iyidir ki, Bush Suudi Kralı’nı Texas’da kendi çiftliğinde ağırlar ve o çiftlikte el ele gezerken, objektiflere de neşeyle poz verirler.
Merak ediyorum, ABD halkı Suudi Arabistan’da akraba olmayan kadın ve erkeklerin bir arada bulunmasının yasak olduğunu biliyor mu?

bu platformdan bazı sınavların duyurularını yapıp bu sınavlar hakkında bilgi vereceğim...

-SPK Lisanslama
-KPSS
-KPDS
-ALES
-ÜDS
-TCMB ve Bazı bankaların Uzman yardımcılığı ve Müfettiş Yardımcılığı sınavları

BİR GÜN BU KADAR MI BOŞ GEÇER (BAŞLIĞIYLA İLK CÜMLESİ AYNI OLAN YAZI)

Bir gün bu kadar mı boş geçer, bir günün içi bu kadar mı doldurulamaz. İşte bugün tam da bunu kanıtlarcasına hareket ettim. Aslında bir hareketten bahsetmek de mümkün değil. Tamamen "no action" bir durum aynı "to be" fiillerinde olduğu gibi:)
Öncelikle şunu söylemeliyim ki olmayan oldu ve bilgisayarım virüsle tanıştı. Bu yaşıma kadar hiç bir güvenlik programına tenezzül etmeyen ve gayette mutlu mesut bit hayat süren bendeniz 2 gündür güvenli internet ile ilgilenir oldum. Dün gece bilgisayarı yeniden kurdum ve bugünde bir "internet security" programı yüklemiş bulundum. Bunları yazıyorum çünkü eğer bilgisayarıma girme cüretini gösteren şahısta bu yazıyı okuyorsa ona güzel dileklerimi bu platformdan iletmek isterim. Ve pek tabidir ki kadim dostum servis yetkilim Alper Erk'e de yardımlarından ve teknik desteğinden dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
Anlayacağınız dün gece yarısından sonra yeniden kurduğum bir bilgisayar uykusuz bir geceye vesile olmuş, hemen akabinde ki gün de ben günün yarısını uyuyarak diğer yarısını da çeşitli güvenli Internet aktiviteleri ile geçirmiş oldum. Yani bana bir sürü zaman kaybına neden olmuş oldu. O yüzdendir ki bir sonraki yazım virüslerin zaman yönetimine etkileri olacak

iletişim



cobansuzgeci@yahoo.com


Eski Dost He-Man


He-Man Master Of The Universe

80'li yılların ortalarına doğru çekilmiş süper kahraman ve icraatları tadında bir çizgi film.130 bölüm tekmili birden çekilmiş dizimizde amaç Eternia'yı ve Şato'sunun sırlarını İskeletor'un (Skeletor - Kemikli kuru bi bünye olmasına rağmen gayet adaleli bir vücuda sahiptir) kötü emellerinden korumaya çalışmaktır.


He-Man Eternia prensi Adam'ın süper karakteri olan ikinci karakterdir.

Burada her ne kadar Fight Club tarzı bir şizofrenlikle bire bir örtüşmesede Adam'ın rahatsız olduğu su götürmez bir gerçektir.

Ayrıca kanaatimce Adam'ın çift kişilikli olmasının altında yatan en büyük etken onun gay olmasıdır. Tabi bu benim hüsnü kuruntum da olabilir. Ama pembelere bürünmüş sarı uzun küt saçlı ve kas geliştirmeye hatrı sayılır bir mesai ayırmış bu süper kahramandan biraz şüphelenmeyede hakkım var:)


Bunun dışında eklememiz gereken bir de kılıç hadisesi
var.Gölge mağarasının gizli güçleri kendi taşıdığı kılıcı ile ilişkilidir.Kılıcını havaya kaldırıp "Gölgelerin gücü adına" demesiyle bizim kibar Adam "Master Of The Univers"a dönüşür.

He-Man'in bir de yol arkadaşı vardır ki ona da kendi çift kişilikli rahatsız ruh halini sirayet ettirmiştir. Allahın titreği kılıçtan ışını yiyince (nasıl bir gaz alıyosa artık) Rooaarrr!!! diye Atılgana dönüşmektedir.

Bu ve buna benzer süper kahraman hikayelerinde her zaman süper kahramanın yanında takılan sevimli, espirili, sakar, ezik bir tipte yaratılır. Bu tipler asla birinci adam olamazlar ve asla güzel sevgilileri olmaz:) Bu çalışmada da ezik haşarı eksikliği Orko adlı bir tanımlanamayan uçan cisim ile giderilmiş. (ezik mezik ben severim orkoyu)




ruh hali


Çizim blogun ruh halini özetler biçimde resmedilmiş ancak sanatçı insan kuzenim Tuğçe bu eserinde ne anlatmak istemiş, tabiki hiç bir şey:) çünkü çizim "Death Note" adlı animasyondan. O yüzden birisi bu kıza artık kendi karakterlerini yaratması gerektiğini yüzüne vurmalı. İşte ben de tam burda bunu yapıyorum:)

HACİMLİ BİR GİRİŞ

Höptedenek!..

İlk blog yazımın böyle olmasını istedim. Yani herhangi bir ön çalışma ürünü olmasın, aklıma gelen ilk kelimeyle başlayayım ve öyle devam edeyim dedim. Çünkü girişler benim için hep zorlayıcı ve yorucu olmuştur. "Girişler" ve "Sonuçlar". Ne bir şeye başlayabilirim ne de bir şeyi sonlandırabilirim, hep ortalarda bir yerlerde seyretmeyi yeğlerim. Ama insanın aklına gelen ilk kelime "Höptedenek" olursa bilemiyorum sonuçları katlanılmaz olabilir, ancak her nasıl olursa olsun artık dönüş yok, "çoban süzgeci" yayın hayatına "höptedenek" girmiş oldu.
Tam olarak ne yapmak istediğim konusunda derin şüpheler içinde olsam da bu alanla ilgili kesin olan tek bir tamınlama varsa o da "paylaşım"dır. O yüzden çoban süzgeci bir günlük den çok bir paylaşım platformudur. Ancak şunu da itiraf etmeliyim ki bir çok kişisel web sitesi ve bir o kadar da blog incelemiş biri olarak bu ağda yaşayan sonsuz sayıda çok yetenekli ve bir o kadar da üretken çalışmayı büyük bir saygı beğeni ve biraz da kıskanarak izliyorum.
Şu an hala bu blogun tasarımı ve teknik detayları üzerinde düşünmekteyim. O yüzden bir süre görsellikten yoksun bir tadilat dönemi geçireceğiz:) Tabi burda şu soru akıllara takılabilir; "neden tadilatı bitirip öyle başlamadın bu naneyi yemeye?" merak edenler için hemen ve en kısa şekliyle açıklayayım: tadilat hiç bir zaman bitmiyor :) Size hazır bir tasarım sunmak yerine değişimi ve gelişimi gün be gün görüp izleyeceğiniz bir alan oluşturmak niyetindeyim. Çok iddalı gibi görünen bu cümleden sonra eklemek isterim ki büyük beklentiler içine de girmeyin:)
Bu kısa ve doğaçlama giriş yazısıyla birlikte ilk hamlemi yapmış oldum ve eminim ki şimdi aklıma gelmeyen ama bu yazıya eklenmesi gereken bir milyon tane cümle şu an içinde olduğumuz bu son paragrafa noktayı koymamla birlikte, teker teker ortaya çıkıp bu yazıyı yeniden yazmam konusunda beni ikna çabalarına başlayacaklar. Ama şunu bilmenizi isterim ki dostlarım, böyle bir dönüş olmayacak:)


una ekle!