Soğuk Algınlığı ve Romantik Komediler

Her ne kadar filmlerin sınıflandırılması fikri hoşuma gitmese de bu başlığı kullandım. Böyle adlandırılmalarına rağmen gerçekten böyle bir tür var mı bilemiyorum. Yani film yapımcılarının, oturup da bir "Romantik Komedi" çekelim diye bir filme başladıklarını zannetmiyorum. (zannetmek istemiyorum)

Ancak konumuz bu değil. Dünkü yazımı okuyanlar üşütüp yataklara düştüğümü tahmin edebilmişlerdir. İşte bu olağanüstü hal bugün de devam etti. Bende kendimi iyi vakit geçirmek adına bu tür filmlere verdim. Çünkü bu tür filmleri izlediğimde içimde gerzek bir mutluluk hissi oluşuyor. Zaten çoğunlukla mutlu bir şekilde sonlanan bu filmlerin ardından, sakil bir gülümseme yüzümü kaplıyor:) Genellikle sabun köpüğü diye tabir edilen bu filmleri ben "hoş boş zaman geçirgeçleri" olarak tanımlıyorum. Çünkü kafanız dağılıyor, fazla bir şey düşünmeniz gerekmiyor, canınızı sıkmıyor. Sadece izliyorsunuz ve mutlu oluyorsunuz. Zaten ertesi günde filmi unutmuş oluyorsunuz:)

Aslında bu unutmuş oluyoruz kısmı biraz adaletsiz oldu. Unutmadıklarım da var. Örneğin You've Got Mail benim için çok önemli bir filmdir. Sebebini pek fazla bilmiyorum ama belki de beni en fazla mutlu eden film budur. Beş belki de altı kere izlemişimdir ama bir kere daha hiç çekinmeden izlerim. Bir sıralama yapmak niyetinde değilim ama You've Got Mail birinci sıradaysa While You Were Sleeping'de ikinci sıradadır. Aslında bu film fazla özelliği olan bir film değildir ama, dedim ya eblek bir mutluluk benimkisi:) Ayrıca itiraf etmeliyim ki bu iki filmde Meg Ryan ve Sandra Bullock oynamasaydı benim için bu kadar etkileyici olurmuydu bilemiyorum:)

Bir de bu tür filmleri çekmeyi meslek haline getirmiş, bu filmlerden ekmek yiyen oyuncular var:) Mesela Ben Stiller ya da Adam Sandler gibi. Bende dün gece, izlediğim kaçıncı Ben Stiller filmiydi bilemiyorum ama bir yenisini daha izledim. Ben Stiller hep kendini tekrar eden filmlerin adamı. Hep komik kargaşalar, yanlış anlaşılmalar, hep aynı mimikler vs. ama sonuç itibariyle onu eleştirecek değilim. Dün gece görevini yerine getirdi mi getirdi, beni eğlendirdi mi eğlendirdi gerisi bu en sümüklü halimle umrumda değil.

Bahsi geçen film, 2007 model "The Heartbreak Kid". Gecenin 2 küsüründe oturup bu filmi izledim ve sonra rahat bir uyku çektim. Ne baş ağrısı kaldı ne burun tıkanıklığı. (tabii bunda saatin 5 olmasının da payı var:))

Bugün 11 buçuk gibi uyandım ve hala iyileşmemiştim. Kahvaltı da iki fincan kadar ıhlamur çayı içtim, boğazlarım biraz rahatladı. Baş ağrısı içinde bir aspirin aldım. Sağa sola bakınarak biraz vakit geçirdim. Daha sonra beş portakal dan mütevellit bir portakal suyu eşliğinde "No Reservation"ı izlemeye koyuldum. Eğer bir "romantik komedi"de ismi sağlam bir oyuncu var ise böyle hastalık zamanlarında iyi birer yatırım oluyorlar. Bu filmin sağlam ismi Catherine Zeta-Jones'du. Hafif dozda dramatik öğeler içerse de beni yine mutlu etti burdan emeği geçenlere teşekkür ediyorum:)

Konu romantik komedi olunca bir kaç ismi daha anıp bu yazıyı bitiriyorum. Notting Hill, Love Actually, 50 First Kiss, Along Came Polly, Duplex vs vs vs

Aslında bu tip çok film varmış gerçekten, vazgeçtim saymaktan çoğunu seviyorum işte anmıyim tek tek:)






Tek Burun Deliği Yetmiyor

Hastayım... Birisi bana sümük mikrobu bulaştırdığı için nezle olmuş bir insanım. Dün geceden dolayı da bitkin bir gün geçiriyorum. Çünkü dün gece sağ burun deliğim tıkalıydı ve diğeri tek başına yeteri kadar iş görmüyordu. Bu da sıkıntı yarattı haliyle. İnsan sürekli ağzından nefes alamıyor. Neyse bir şekilde geceyi atlattık.

Bu gün Ankara çok sıcak. Ya da benim derinden derine ateşim var ve olan sıcağı daha fazla hissediyorum. Dışarı çıkmak gibi bir niyetim yoktu. Dinleneyim de bir an önce geçsin diye düşünüyordum. Ama sıkıldım. Biraz hava alayım da belki açılırım daha bir kendime gelirim diye kendimi kandırdım. Aslında kandırmadım, genelde işe yarardı bu. Ama bu gün hava sıcak ve sanırım ben biraz fazla yürüdüm. Halbuki gazateleri aldıktan sonra dönmeliydim. Ama şeytana uyup gidip bir de nutella alayım dedim. Sırf ben yiyeyim diye Varşova'da üretilip İzmit'e ihraç edilmiş, ordan da Ankara'lara kadar ulaşmış, e gidip almak yemek gerekirdi. Önce bir süpermarkete gittim ama öyle bir sıra vardı ki değmezdi. Sonra bir başkasına gittim ve emelime ulaştım. Ama evimden de bir hayli uzaklaştım. Böyle olunca dönüş yolu biraz sıkıntılı geçti.

Nutella'dan bahsetmişken, iştahlı biri değilim ancak nutellayı seviyorum, daha doğrusu tatlıları seviyorum. Ama en yakın zamanda da bırakmak niyetindeyim. İnsanoğlunun kendisine yaptığı en büyük dört kötülükten birisi şekeri icat etmek olmuş. (diğer üçü; tütün, deterjan, tuz) Çünkü şeker vücudumuzu yiyip bitiriyor:) (çok zararlı azaltın 150 yıl yaşayın, ama tatsız tuzsuz 150 yılı neyleyim ben derseniz o başka)

Neyse aldık nutellamızı vardık evimize. Genelde asansörü kullanmam. Aslına bakarsanız normal şartlarda hiç kullanmam. Ama halim yok bugün. Biniverdim... Sol elimde (haftasonu olduğu için) aldığım bir yığın gazete ve nutella poşeti, sağ elimde anahtar vardım kapımın önüne.

Kapıların en gıcık yönü nedir? Tek elle açılmazlar. İlla kendinize çekip öyle çevirceksiniz anahtarı. Yani diğer elinizin dolu olabileceği düşünülmemiştir. Halbuki azcık çevirmeyle çıt diye açılsan, hasta, sıkıntılı ve yorgun ayrıca da bir eli dolu olan beni daha da acınılcak duruma düşürmesen. Tek elle açılabilen kapı İ S T İ Y O R U M !

Sonuç olarak sümüklerimden şikayet etmiyorum. Çünkü onlar, öncelikle vücudumun koruyucu mekanizlamarından birisi. Bu mekanizmayla pis mikroplar biricik hücrelerimden atılmaya çalışılıyor, daha sonra da salgıladığım protein ve antikorlarla kalan mikroplar la bir savaş başlıyor. Ama savaşlar beni hep sarsmıştır.

Şimdi evimedeyim. Biraz Nutella ve bol bol su tükettim. Yatağımın oturmaktan çökmüş sol tarafının üzerindeyim. Ve yavaş yavaş bu yazının sonunun geldiğini düşünüyorum. Ve aynı zaman da çok da gereksiz olduğunu.

Dünyayı Kurtaran Adam

Senaryosunu Cüneyt Arkın'ın yazdığı Dünayayı Kurtaran Adam, belkide Türk sinemasının en kült filmi ve bir nevi Turkish Star Wars'dur. Hal böyle olunca da bu film hakkında denmedik söz, yapıladık geyik kalmamıştır. Ancak konuşup ahkam kesenlerin ya da hakkında espri yapanların da büyük kısmının filmi oturup baştan sona izlememişlerdir. Aslına bakarsanız, filmi baştan sona izlemiş biri olarak onlara hak vermiyor da değilim, çünkü filmi baştan sona bir oturuşta izlemek gerçekten çok zor. Film kült olmuş, derslere, tezlere konu olmuş olabilir ama bu film hakkında geyiğini yapıp gülüp eğlendikten sonra yapacağımız en iyi yorum "kötü" olacaktır.

Neyse burdaki asıl toplanma sebebimiz filmin analizini yapmak değil. Filmin hikayesini sizlere sunmak. Çünkü yazılı olarak bir yerde olduğunu zannetmediğim bir giriş hikayesi var ki akıllara zarar:) Ancak bu metni sunmadan önce açıklamak isterim ki, amacım Dünyayı Kurtaran Adam filmiyle dalga geçmek değil tam tersine ona hizmet etmek, internette arama yapanlar için bir metin sunmaktır. Çünkü herşeye rağmen Dünyayı Kurtaran Adam filmi onurlu ve ciddi bir filmdir, günümüzde çekilen örnekleri gibi (bkz. Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu) cıvık cıvık değildir.

Şimdi filmin girişinde anlatılan hikayeyi burada paylaşıyorum. (ve bizzat kendimin hazırladığı fotoğrafları da metne serpiştiriyorum. -hemen hemen filmdeki bütün karakterler mevcut)

"İnsanoğlunun ilk uzaya açılıp Ay'a gitmesiyle uzay çağı başlar. Uzay Çağı, dünyalılar için bir ilerleme çağıdır. Binlerce yıl böyle yaşamışlardır.

Uzay çağı, geçmiş zaman ve yaşam galaksi çağına ulaşmıştı. Yüzbinlerce yıl geride kalmış, dünya ve gezegenler sistemi uzayda galaksi sistemine önüşmüştü. Medeniyetler, tarihler geride kalmış, insanlar ilkçağlardaki gibi basit yaşamla yetinmeye başlamışlar ve bütün güçleriyle ölümsüzlüğü bulmak, devamlı yaşamı sağlamak için amansız bir çalışma ve mücadeleye girmişlerdi.

Bu çağda dünya milletleri, ırkları, dinleri ayrı milletler alinden çıkıp, tek bir varlık haline geldiler. Tek bir dünyalı yaşayışları ve kavimleri, galaksi çağının dünya insanlarını meydana getiriyordu.

Dünya çılgın bir nükleer silahlanmanın sonucu olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti. Dünya bu gibi tehlikeleri bir kaç kez geçirmiş, hiç bir kuvvet dünyayı yokedememiş fakat dünya bazı zamanlarda parçalara ayrılmış, dünyadan kopan parçalar uzayda meteor taşları haline gelmişti. Bazı gezegenlerde hayat devam etmekte, yaşam sürmekteydi. (yazmadan edemedim, ikisi de aynı şey değil mi) Ama nükleer savaş çok hızlanmıştı, hükmetmek, daha güçlü olmak için o güzel mutlu dünya delice parçalanırken birden gizli ve çok güçlü bir düşmanla karşı karşıya kaldı.

5 milyar yıl önce ışın ve enerjiden madde haline gelen dünyamız, galaksi çağında lazer ışınlarının ekisiyle toz bulutları haline gelip parçalanmaktadır.

Bu düşman kimdi, hangi galaksideydi. Bütün dünyalılar bu tehlikeye karşı tek bir silah kullandılar. İnsan beyin gücü ve iradesiyle birleştirilmiş bir tabakayla karşı koymaya başladılar. İnsan beyin moleküllerinin sıkıştırılmasıyla oluşturulan bir tabaka dünyayı koruyordu. Dünya her saldırı karşısında toz bulutu haline gelmekte, önündeki koruyucu kalkanın arkasına sığınmaktaydı. Bu kalkanı delecek tek güç, insan beyni ve iradesiyle yaratılacak bir silahtı. Ama gerçekte galaksidebulunan dünya düşmanları silahları ne kadar güçlü olursa olsun beyinleri yoktu. Dünya ve insanın değeri sonsuzlukta en büyük silahtı.

Dünyalılar bu bilinmeyen düşmanı aramaya başladılar. Ama ne yazık ki gönderilen hiç bir savaşcı geri dönmedi.

Dünyalılar tolandlılar, kavimler biraraya gelip çare aradılar. Tek çare düşmanı bulup savaşmaktı. En güçlü en büyük iki Türk savaşçısı ve diğer dünyalılar uzaya açılıp bilinmeyen düşmana savaş ilan ettiler.

Bazı dünyalılar bu savaşa katılmadılar, fakat hayalgüçlerini gerçek ve mantıkla birleştiren her insan bu savaşa katılıp kazanma azmindeydi."

Filmin girişinde bir Star Wars edasıyla anlatılan hikaye budur. Hikaye bittikten sonra şu sözü edilen iki büyük Türk savaşçıyla tanışıyoruz. Murat (Cüneyt Arkın) ve Ali (Aytekin Akkaya). İkiside bir hava çatışmasının içindedirler ve durum gergindir. (yazının bundan sonraki bölümünde filmden bir kaç diyalog paylaşmak istiyorum)

Murat: merkeze duyuru yükseliyorum (merkezin yerinde olsam sormadan edemezdim. oolum murat uzaydayız be kardeşim kime ve neye göre yükseliyosun hey allaaam!!)

Murat: Uzay hızını aşmalıyız, gelenleri karşılamaya hazır ol.

Ali: Bu gelenler çok suratsız, mini etekli bir kaç kız gelseydi iyi olurdu. (en büyük film klişelerinden biri olan, korkusuz ikililerin tehlikenin içine girerken sallamaz bir edayla espri yapmalarına bir örnek görüyoruz. en büyük klişe dedim aklıma bir an örnek gelmedi hımm!! tango ve cash olabilir cehennem silahındaki elemanlar olabilir, yüzüklerin efendisinde cüceyle elfin savaşırken bir yandan da birbirlerine takılmaları olabilir... bu tip insanlar he yer de karşımıza çıkabilir)

Murat: Bilinmeyen bir güç bizi kendine çekiyor. Dünyadan çok uzaklaştık. Göstergeler çalışmıyor. Bilemiyorum bu gücün ne olduğunu çok tehlikeli bir durumdayız dikkatli olman lazım.

Bu diyalogların yaşandığı bölümde de Dünyayı Kurtaran Adam'ın en unutulmaz sahnelerinden biri olan, Aytekin Akkaya'nın inişe geçiyorum deyip öne doğru eğildiği sahne vuku bulur.

Murat: Bir şeyden korkuyorlar.
Ali: Ama bize bir şey yapmadılar
Murat: Senin yakışıklılığına yazık olsun istemediler.
Ali: Biraz ciddi olamazmısın sen
Murat: Dünyamızı yok etme reddesine gelen atom savaşı neden çıktı biliyormusun?
Ali: Neden
Murat: İnsanlar çok ciddiydiler. Fazlası can sıkar biraz gülmesini bilselerdi savaş yerine barışı seçerlerdi.

Murat: Kimsin sen?

Bilge (Hüseyin Peyda): Bir ihtiyar, yaşlı, inançlı bir bilgin, gördüklerinizi göreceklerinize katın, uzayın sırrı buradadır. Sen silah taşırsın ben bilgi, benzeriz birbirimize, çünkü insanız. Aradığınızı buldunuz mu?

Murat: Ne aradığımızı biliyormusun?

Bilge: Evet. Çok gelişmiş bir tekniğin makineleşmiş insanlarıydınız. Çünkü bu gezegende tarihinizi, atalarınızın mutlu uygarlığını buldunuz.
...
Murat: 13. Kabile atalarımızın kabilesi peki burası dünyanın neresi?

Bilge: Burası karanlıklar ve sırlar dolu bir sonsuzluk ülkesidir.
.....
Murat: (Ali'ye akıl veriyor) Vücudundan kurtul, sadece zihnin ve ruhunla yaşa, o zaman toprağın altında nefes alabilirsin.










Filmin sonunda:

"Dünyasız insan, insansız dünya olmaz. Çünkü insan evrende en büyük değerdir. Geleceğinizi koruyun çünkü gelecek barıştadır. Barışı da yaşatacak şüphesiz insandır.










Filmde bir de kılıç var ki... yürü be koçum dedirtecek cinsten

Bazı haberler vardır insanı bu dünya ile ilgili her şeyden soğutur, her şeyi anlamsızlaştırır. Sonra bir de o habere yapılan yorumlar kulaklara çalınır ve iş iyice iğrenç bir hal alır. Tıpkı İtalyan sanatçı Pippa Bacca'nın onurlu ve cesaret abidesi girişiminin dramatik sonu gibi. Haberi bir de burda anmanın bir anlamı yok. Zaten dünya üzerindeki bütün bedduaları ve kötü muameleleri hakeden bir sapığın ne yaptığı değil Pippa Bacca ve geçmişteki diğer seyyahların neler yaptıkları önemli ve anılmaya değer. Ancak şunu da söylemek gerekir ki, belkide, dünyanın güvenilir ve yaşabilir bir yer olduğunu savunan son kale, 31 Mart günü Gebze'de düştü.

8 Martta Milano'dan yola çıktılar. Üzerlerine gelinliklerini giyerek, Milano'dan Tel Aviv'e otostopla gideceklerdi. Daha önce savaş görmüş topraklardan beyaz gelinlikleriyle geçerek dünya barışına katkı, ilgi çekme ya da savaşlara karşı cesur bir bireysel karşıduruş sergileyeceklerdi.

Yukardaki kısa paragrafta bazı kelimeler kimilerine dokunabilir, bazıları bu girişime karşı eblekçe eleştirler yapabilirler. (otostop yapılır mı , gelinlik de neymiş, dünya barışı size mi kaldı vs. vs.) Çünkü günümüzde doğrularla yanlışlar yer değiştirmiştir. İnsanlara güvenip arabalarına binemezsiniz, ya da her gün savaş ve ölüm haberleriyle dolu bültenleri izleyip gıgınızı çıkarmazsınız, ama ne zamanki iki cesur yürek aynı bülten de bir barış haberi yayınlanmasına vesile olsun, o zaman size mi kaldı dersiniz, gelinliklerine takarsınız vs.

Bugün bir çok şeyi, geçmişde büyük cesaret örnekleri göstererek yollara düşenlere, evlerinden çok uzaklara gidenlere borçluyuz. Bu haberi aldıktan sonra 'Türkiye'nin tanıtımı için kötü olacak' şeklinde yorum yapanlara ise hiçbir şey borçlu değiliz.



Ice Age: Dawn Of The Dinosaurs

- Neden büyük soğuk demiyoruz, ya da donma çağ yani diyorumki buzul çağı olduğunu nerden biliyoruz?


- Çünküüüü Çok Fazlaa Buz Vaaaarrr!!!!!

Macera bu diyalogla başlamıştı. Önce buzul çağı ve göç sonra da küresel ısınma ve buzulların kısım kısım erimesiyle tekrar göç.

İlk iki bölümü çok hızlı bir şekilde özetlediğimin farkındayım, ama henüz haberi olmayanlara bu mutlu haberi vermek için sabırsızlanıyorum. Ice Age serisinin üçüncüsü 1 Temmuz 2009'da ABD'de gösterime girecek. Gerçi daha çok var ama yapımcılar küçük bir fragmanı yayınladılar bile.

Ice Age:Dawn Of The Dinosaurs adı verilen üçüncü filmde, kahramanlarımız (Manfield, Diego ve Sid) bir adada olacaklar. Ancak adanın yöneticisi olan bir Zebra bizim elemanları adada istemeyecek.

Karakterlerin karakteri, sevimlilik abidesi Scrat ise üzerine düşen bir zaman makinesi sayesinde tarihte yolculuk edecek. Tabiiki meşe palamudunun peşinde.

Yeni filmle ilgili bilgiler şimdilik bu kadar. Bundan sonrası yeni videoları beklemeye kalıyor.



Gillette Daha Kaç Bıçak Ekleyecek?

Her şey Gillett'in tek bıçaklı tıraş makinelerine ikinci bıçağı eklemesiyle başladı. Bu hareket, en hafif tabiriyle, "Vay anasını!" dedirtecek bir devrim niteliği taşıyordu. Çünkü düşman sakala tek vuruşta iki darbe indirmek büyük bir adım gibi gelmişti. Reklamı hala hafızalarımızdadır. Yanağımız üzerinde asi bir duruş sergileyen sakala, ilk bıçak darbesiyle sersemletici bir müdahale yapılıyor, sakal daha ne olduğunu anlamadan, ikinci bir bıçak darbesiyle ortadan kaldırılıyordu.

Ayrıca çift bıçaklı yeni Gillette ürününün ikinci bir devrimsel özelliği daha vardı. Gillette artık oynar başlıklıydı ve yüzümüzün şeklini alıyordu. Ama bizler daha çok yüzümüzün şeklini almasıyla değil ona konulan isimle ilgilendik. "Oynar Başlık" hemen geyik lügatımızda saygın bir yer kazandı ve asla unutulmadı.

Günler günleri, aylar ayları kovaladı ve bir zaman sonra -bu devrim Gilette'in hoşuna gitmiş olacakki- bir bıçak ekledik, neden bir bıçak daha eklemeyelim ki mantalitesiyle hareket ederek, Gillette Mach3 adlı tasarımını inşa etti ve piyasaya sürdü. Gillette artık üç bıçaklıydı ve yok artıkdı. Erkek milleti için artık yeni bir geyik peydah olmuş ve "Mach3'ü denedin mi uçuyo abi" tadında muhabbetler dönüp durmuştu.

Ancak bu yeni nesil makinelerin bir handikapı vardı. Oyun konsolları gibi bunların da kasetleri çok pahalıydı. Halbuki makinenin kendisinden pahalı ucu olur muydu? Olurdu...

Tabii Mach3 tasarımı yerinde saymadı ve modifiye edildi. Çünkü sakal tıraşı ciddi bir işti. Ama bence çok da abartılmamalıydı.

Abartmaktan kastım; "Gillette Mach 3 Turbo For Champion" adında, bol modifikasyonlu, pek cancanlı, Ferrari kırmızısı bir ürün çıktı ki, iş artık iyice vitrin/ambalaj pazarlaması halini aldı.

Ayrıca bizler "Turbo" ifadesinin mecazi anlamda kullanıldığını düşünürken, Gillette firması Mach 3 tasarımına motor taktı. Kalem pille çalışıp titreşim yaparak tıraşı kolaylaştırması için (!) (Saçmalık)

Gillette üç bıçaklı tasarımını modifiye ede dursun, Wilkinson firması bir devrim de ben yapayımda işin iyice boku çıksın diyerek 4 bıçaklı ürününü piyasaya sürdü. Artık aynı makinede en fazla bıçak rekoru Wilkinson'ın elindeydi. Ama hatırladığım kadarıyla bu girişimi fazla sallayan olmadı, ya da ben Mach 3'ten sonra takip etmekten vazgeçtiğim için bilemiyorum.

Zaten üç bıçaktan sonra bir insan niye takip etsinki, bu hadisenin beş bıçağa kadar gidecek hali yok ya... Aslında var.

Gillette hırs yapmış olacak ki yeni tasarımıyla tahtına yeniden oturmak için geri döndü. Tahmin edin bakalım nasıl bir tasarım stratejisiyle. Tabii ki tasarıma bir bıçak daha ekleyerek, yeni ürün "Gillette Fusion" yaratıldı. Oysaki daha bir kaç yıl önce, iki bıçak devrimiyle, yüzümüzdeki sakalın tek vuruşla kökünden kazındığı reklam edilmiyor muydu. Geçen bu süre zarfında ne olmuştuda bu iki bıçağın üzerine üç bıçak daha eklenmişti.

Olsa olsa küresel ısınma erkeklerin horman dengesini olumsuz yönde etkilemiş bu da aşırı kıllanmaya sebep olmuştu, ya da bıçak sayısının arttırılmasına tepki olarak sakal familyası da, kendi mutant sakallarını yaratarak tekrar direnişe geçmişlerdi. Üçüncü bir açıklama aklıma gelmiyor.

Sonuç olarak Gillette firması her seferinde, altı üstü sakal kesmeye yarayan bir makineye, olsa olsa Boeing firmasının yeni jetine vereceği bir ismi kendi ürününe vererek, müşterilerinin ilgisini çekmeyi başarıyor.

Yeni ürün; "Gillette Fusion Power Phantom"u sizlere taktim etmekten gurur duyarım. İsmini duyunca insanın "Breh Breh!" diyesi, alıp da ilerde bir gün lazım olur diye bir kenara koyası, tıraş olduktan sonra üzerine binip, uçan süpürge edasıyla işine gitmesi geliyor.

Ama unutmayın! Sadece tıraş olmaya yarıyor.....




Paradoks

Paradoks kavramı küçüklüğümden beri ilgimi çekmiştir. Özellikle fizik paradoksları. Hatta çocukluğumun kahraman dergisi Bilim ve Teknik'in 1995 mayıs kapağı hala aklımdadır, çünkü kapak konusu "Paradokslar" dı:)

Yıl oldu 2008 ve benim eski kadim dostum, yol arkadaşım Bilim ve Teknik dergisi, bu ay verdiği Yeni Ufuklar ekinde Fizik Paradoksları konusunu seçmiş. Prof. Dr. Vural Altın'ın hazırladığı bu ek, okuması ve kafa yorması zevkli bir
çalışma olup aynı zamanda bana geçmişi hatırlatarak, bloguma yeni bir etiket eklememe vesile olmuştur.

En basit anlamda - ve yeterince açıklayıcı olmasa da- par
adoks kelimesini "çelişki" olarak tanımlayabiliriz. Ancak yukarda bahsettiğim çalışmada paradoks sözcüğünün ne anlama geldiği çok güzel bir öyküyle açıklanmış. Ben de sizlerle önce bu hikayeyi paylaşmak sonrada bir kaç küçük sevimli ve espirili paradoks örneği verip sizi konuya ısındırmak istiyorum:)

"Çincede 'paradoks' sözcüğü, 'mızrak' sözcüğünü simgeleyen 'pin' karakteriyle, 'kalkan' sözcüğünü simgeleyen 'yin' karakterinin yan yana getirilmesiyle yazılır: 'pinyin.' Bunun nedeni, MÖ.3. Yüzyıl felsefe yazıtlarından 'Han Feizi'de anlatılan bir öyküye dayanmakta. Öyküde bir adam, mızrağıyla kalkanını satmaya çalışmaktadır. Etrafında toplanan kalabalıktan birisi öne çıkıp mızrağın ne kadar iyi olduğunu sorar. Adam, mızrağının 'dünyadaki herhangi bir kalkanı delebilecek kadar güçlü' olduğunu söyler. Bir başkası kalkanı merak edip "peki ya kalkan nasıl?" diye sorar. adam kalkanın da, "dünyadaki herhangi bir mızrağın darbesine karşı koyabilecek kadar dayanıklı" olduğunu söyler. Bir üçüncüsü aykırılığı sezinlenmiştir: "Peki, birisi o mızrağı alıp kalkanına saldırırsa sonuç ne olur?" diye sorar ve satıcı bu soruya cevap veremez. Bu durum o günden beridir, "kendi içinde çelişkili" deyimine yol açmıştır. Bir önceki örnekteki gibi; satıcının iddaları ayrı ayrı doğru olabilir, fakat aynı anda ve aynı yerde doğru olamazlar. Çünkü; Mızrak kalkanı delecek olsa, iddialardan biri, aksi halde diğeri geçerliliğini yitirir. KAYNAK

Gelelim işin eğlenceli kısmına. Ya da hayatımızdaki basit paradokslara:)

Örneğin birisine, Söylediğin her şey doğrumu diye sorduğumuzda aldığımız cevap 'Hayır' ise, bu kişi güvenilir birimidir yoksa bu kişiyle hiç işimiz olmamalı mı:) Olayı nasıl çözümleyeceğiz?

Adamın cevabı hayır olduğuna göre yanlış söylüyor demektir. Arada bir yanlış konuşuyorsa, hayır dediğide yalan ve yanlış olabilir. O zaman hayır, evet olur. Bu sefer evet diyorsa her söylediği doğru olduğundan hayır da doğrudur... En iyisi bu adama hiç itimat etmemek:))

Günün birinde yolumuz bir köye düştü. Ama bu köy öyle sanıldığı gibi bir köy değil. Herkesin kendine göre bir özelliği var. Ve bu insanlardan ikisi bizi köyün girişindeki köprünün başında bekliyor. Burada iki köprü var. Biri köye gidiyor. Diğeri gitmiyor. Ve adamlara soruyoruz: Köye giden köprü hangisi?

1.adam: Ben herzaman doğru söylerim. Bu köprü köye gider.
2.adam: Ben her zaman yalan söylerim. Arkadaşımın gösterdiği köprü köye gider.
Acaba hangisi alancı? Kaynak

Paradoksla kastedilenin ne olduğunu anlamak için eğlenceli bir örnek daha; bu daha ç
ok bir paradokstansa paradoks şakası olarak açıklanabilecek bir örnek:)

Tereyağlı kedi paradoksu: Genel gözlenen bir doğa olayı ve bir Murphy yasasından oluşur; Kediler her zaman dört ayak üstüne düşer. Tereyağlı ekmeğinse hep yağlı kısmı halıya denk gelir. Paradoksal bir düşünce deniyidir. Bir kedinin sırtına, yağlı kısmı üste bakacak şekilde bağlanacak bir ekmek dilimi bu paradoksun ana parçasıdır. Kedi dört ayak üstüne çalışmaya çalışacak, ancak Murphy yasasına göre tereyağlı ekmeğin yağlı yüzü de aynı şeyi deneyecektir. Bu durum bir paradoksa sebep olur. Bazı düşünürler şakayla karışık biçimde kedi-tereyağlı ekmek sisteminin yere yakın bir mesafede havada asılı kalacağı ve enerjinin korunumu dolayısıyla da düşmeden kazanılan enerjinin korunarak sistemin kendi ekseninde dönmesine sebep olacağını iddia eder. Bu şekilde bir anti yerçekimi alanı oluşturulabileceği de iddialar arasındadır. Kaynak

(Bu arada Paradoks sözcüğü Yunanca "Para : Dış, Aykırı" ve Doxa: düşünce, inanış" sözcüklerinin birleşmesi sonucu oluşmuştur)

Son olarak yine Prof.Dr. Vural Altın'ın çalışması
ndan bir alıntıyla yazıyı bitirelim.

'Karşı konulmaz bir kuvvet', 'kımıldatılamaz bir kütle' ile karşı karşıya geldiğinde ne olur?... Bu bir paradoks. Çünkü kuvvet galip gelirse, o 'karşı konulmazlığını korurken, kütle kımıldatılamaz olmaktan çıkar. Aksi halde, kütle kımıldatılamazlığını korurken, kuvvet karşı konulamaz niteliğini yitirir. Aslında böyle birer kuvvet ve kütlenin var olması, kuramsal olarak mümkündür. Ancak, ayrı dünya veya evrenlerde bulunmak zorundadırlar. Her biri kendi dünyasına hükümran olabilir, ancak bu dünyaların çakışmaması gerekir. Çünkü, karşılaşmaları halinde bir tezatlık doğar. Bu, sözkonusu paradoksun mantıksal açıklaması. Fiziksel açıklaması ise şöyle olabilir. 'Karşı konulamaz', yani sınırsız büyüklükte bir kuvvetin hareketi, sınırsız enerjiye karşılık gelir. Enerji kütleye dönüşebildiğinden, sınırsız enerji sınırsız kütleye yol açar ve bu kütle kendi üzerine çökerek, bir karadelik oluşturur. 'Kımıldatılamaz kütle', yine öyle. Sonuç iki karadeliktir ve bunlar karşılaştıklarında. birleşip tek bir karadelik oluştururlar.

Bir alanı daha mı iyi tanımak istiyorsunuz? O alanın özelliklerini daha iyi kavramak, kolay kolay yakalayamayacağınızı düşündüğünüz daha çok ayrıntısına doknabilmek, söylemine girerek o alanı gerçekten içselleştirebilmek mi istiyorsunuz? O halde, hiç durmayın, o alanda ortaya çıkmış paradokslara yanaşın. Hatta, o alanda gizli saklı kalmış olasıparadoksları görmeye, ortaya çıkarmaya çalışın... (1995 tarihli malum yazıdan:))

Devam edecek...





Into The Wild Üzerine Bir Alıntı


Fairbanks'in birkaç kilometre dışında, genç otostopçu, Alaskavari günbatımında duruyordu. Sırt çantasından tüfeği görünüyordu ama Jon Krakauer'in de dediği gibi, "49. eyalette, arabasıyla oradan geçenler için, yarı otomatik bir Remington'ı olan bir otostopçu üstüne durup düşünülmesi gereken mevzu değildir."
Krakauer'in kitabı 'Into the Wild', Washington DC'den hali vakti yetinde bir ailenin oğlu olan 24 yaşındaki Christopher McCandless'in hikâyesini anlatır. McCandless, 1992 yılında medeniyetten kopup tüfeği ve büyük bir bohça dolusu pirinçle, donmuş kırsala doğru yola koyulur.
Yolda, bütün parasını yakar ve sahip olduğu tek haritayla birlikte ona medeniyeti hatırlatan her şeyi fırlatıp atar. Alaska'yı yürüyerek geçme konusunda başarısız olunca, bir zamanlar avcıların sığınak olarak kullandığı 1940'lardan kalma bir minibüsün içinde kamp kurar. Burada Nisan 1992'den, Ağustos 1992'de açlıktan ölene kadar bir başına yaşar.
Alaskalılar, o günden bu yana, McCandless'ın başına 'aslında' ne geldiğini tartışıp duruyorlar. İçinde öldüğü terk edilmiş Fairbanks şehir otobüsü şu anda bile, az sayıda da olsa Krakauer'in kitabından etkilenmiş bazı dervişlerin tapınağı olmuş durumda. Etrafa dağılmış boş Yukon Jack ve Jack Daniels şişelerinin yanlarına, 'Hayallerinin izinde git, hiçbir şey seni daha iyi hissettirmeyecek', 'Başkalarını kandırmaya çalışmayı bırak, gerçek içinde' ve 'Hayattaki en güzel şeyler beleştir' gibi mesajlar yazılmış.

Bulunduğunda 25 kiloydu
Taşra ortamına alışık olan Alaskalılar, şimdiden rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Simpson'a göre, birçokları McCandless'ın kırsalda tek başına yaşama isteğine hayran kalırken, genel görüş, McCandless'ın aptalca kararlar aldığı ve bu kararlar yüzünden öldüğü yönünde. Bazıları da onun zaten ölmek istediğini düşünüyor. Azımsanamayacak sayıda kişi de, McCandless'ın akıl sağlığının yerinde olmadığını ve en baştan, ormanda tek başına kalmasına izin verilmemiş olması gerektiğini düşünüyor.
Christopher McCandless'ın hikâyesi, vahşi doğada yapılan birkaç küçük hatanın ne kadar hızlı bir biçimde bir trajediye dönüşebileceğini de gösteriyor. Bir süre avcılık yaparak hayatını sürdürmeyi başardıysa da, yeterince yemiyordu ve medeniyete dönmeye karar verdiğinde bunu başaramayacak kadar zayıflamıştı. Yağmur ve kar suyuyla bataklığa dönmüş bir nehri geçmeye çalıştı ama aslında birkaç yüz metre ileride bir köprü olduğunu bilmeksizin, geri dönmek zorunda kaldı. Minibüsten yalnızca bir günlük yürüme mesafesinde olan ABD Ulusal Park Hizmetleri'ne ait devriye gezen bekçiler için sürekli açık tutulan ve yemek, yatak ve ilkyardım gereçleri içeren bir kulübe vardı. Ama McCandless haritasını attığı için bunları hiçbir zaman bilemedi.
Sağanak yağmur altında, zar zor minibüse geri döndüğünde günlüğüne yazdıkları şöyle: "Çok güçsüzüm. Patates soğanından dolayı. Ayağa kalkmakta bile zorlanıyorum. Açım. Büyük tehlikedeyim."
Bir ay içinde, açlıktan ölürken, günlüğüne "Mutlu bir hayatım oldu ve Tanrı'ya şükrediyorum. Elveda ve Tanrı hepinizi korusun!"
Bunlar bilinçsizleşmeden önce son yazdıklarıydı. 19 gün sonra, avcılar ve yürüyüşçülerden oluşan bir grup, minibüste, annesinin onun için yaptığı uyku tulumlarının içinde McCandless'ın cesedini buldular. Yalnızca 25 kiloydu.
Kaynak

"I Now Walk Into The Wild"

"İki yıl süresince dağ taş dolaştı. Telefon yok, havuz yok, ev hayvanı yok, sigara yok.
Sonsuz bir özgürlük.
Sınır tanımayan bir maceracı.
Evi yollar olan ve güzelliklere yolculuk yapan bir seyyah.
İşte şimdi iki yıl süren bir başıboşluğun ardından, en son ve en büyük maceraya başlamanın zamanı gelmişti.
İçindeki sahte kişiliği öldürmek için heyecanı doruğa ulaşan bir savaş ve galibiyet sonucu ruhsal dönüşümün başarıyla tamamlanması.
Medeniyet tarafından daha fazla zehirlenmemek uğruna kaçtı ve yabanda kaybolmak uğruna ıssız doğada tek başına dolandı."

Alexander Supertramp Mayıs 1992

Christopher Mc Candless'ın kendisine taktığı isim buydu, Alexander Supertramp. Christopher 1990 ılında Emory üniversitesinden mezun olduktan sonra, o güne kadar biriktirdiği 24 bin doları, yanında "tüm birikimim burada, bununla açları doyurun" yazılı bi notla Oxfam'a bağışlayarak, kafasındaki medeniyetten kaçış projesi için yola koyuldu.
Bir süre arabasıyla yol aldı, daha sonra arabasını terk edip, üzerindeki son bir kaç doları da yakarak yoluna para ve arabası olmadan devam etti.
Christopher'ın çıktığı bu yolculuğun nihai amacı Alaska'ya giderek, oradaki vahşi doğayla iç içe yaşayabilmekti. Bunu kısa bir süreliğinede olsa başardı.

Into the wild, Christopher Mc Candless'ın gerçek yaşam hikayesidir. Sean Penn'in yönettiği (aynı zamanda senaryosunu da yazmıştır) bu film, John Krakaur'un 1996 yılında yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Ancak romanda, hikaye sondan başlayarak anlatılmış, filmde ise kötü haber sonraya bırakılmıştır.

Bu film hakkında yazılıp çizilecek çok şey olmasına rağmen ben burda filmin tamamını yorumlamak yerine bir kaç ayrıntı üzerinde durmak istiyorum. Bunun nedeni ise, bir kaç forumda filmin sonuyla ilgili yapılmış yorumlar.

Konusunu yukarda kısaca özetlediğim filmin sonu gerçekten boğazımızda düğümlenen bir dramla noktalanıyor. Bu sonla ilgili en önemli sahne olarak gördüğüm Christopher'ın ailesiyle kucaklaşmayı hayal ettiği sahne bir çok kişi tarafından, bu hayalin Christopher'ın o an içinde bulunduğu durum yüzünden kurulduğunu, normal şartlarda böyle bir şeyi istemeyeceğini savunuyor. Oysaki bu yorumu yapmak için, filmin Christopher'ın geri dönmeye çalıştığı bölümünü kaçırmış olmak gerekir. Christopher dönmek istedi, ama dönüş yolunun üzerinde bulunan nehrin sularının yükselmesi sebebiyle "Magic Bus" ına geri dönmek zorunda kaldı. Bence bu andan sonra Supertramp orda istemeyerek kaldı.

Tabi bu yorumlarda, namı değer Alexander Supertramp'a geri dönme isteğini yakıştıramamanın, kafalarda yaratılan kahramanın gerçekleştirdiklerine gölge düşürmek istememenin de payı var.

Bununla birlikte filmde hoşuma giden bir yığın ayrıntıdan birisi de, yolculuğu sırasında yolunun bir şehre düşmesi ve orda bir gece bile olsa kalmaya tahammül edememesi. O karmaşa içersinde, tam bir yabancı gibi ortada kalması.

Ayrıca Supertrampın kitap okurken kullandığı gözlüğe, nehirde karşılaştığı Danimarkalı deli çifte ve filmin müziklerine bayıldım. Bu film için bundan daha iyi şarkılar yazılamazdı. Soundtrackin büyük bir kısmını Eddi Vedder (Pearl Jam) hazırlamış ve hayatının şarkılarını yazmış diyebiliriz. "Society" ve "No Celling"i filmden sahneler eşliğinde aşağıda dinleyebilirsiniz.

Soundtrackteki diğer parçalar;

setting forth
far behind
rise
long nights
tuolumne
hard sun (indio)
the wolf
end of the road
guaranteed


Into the wild ayrıca 9, 11, 20 Nisan tarihlerinde İstanbul Film Festivalinde de gösterilecek.
IMDB