Çoban Süzgeci geleceğini inşa ediyor:) Eski yazıları okuyabilirsiniz sanırım bir sorun teşkil etmez ama en azından 2 - 3 hafta kadar yeni yazı omayacak... Yapım Aşamasında çünkü Çoban Süzgeci 2'yi yapmaya uğraşıyorum. İlkinden ne fayda gördük diyenler olacaktır. Olmasınlar...:)

deneme deneme

Hakkattten deveye hendek atlatmanın daha kolay olduğu durumlar varmış... Öldüm bitttim!!!

Farkettiğiniz üzere tadilata girmiş bulunmaktayım. Yakıp Yıkıyorum. Umarım küllerinden daha süper sonik bir Çoban Süzgeci oluşturabilirim...

Acil Servis Nedir? Ne İşe Yarar?

Başlıktaki sorunun cevabı açık aslında. Bu soru, belkide herkesin aynı cevabı vereceği ender sorulardan bir tanesidir. Ama geçtiğimiz hafta sonu yaşadıklarımdan sonra, bu kavramın uygulamada hiç de doğru dürüst kotarılamadığını, hatta kotarılmak bir yana gerçek anlamıyla yakından uzaktan alakasının olmadığını gördüm.

Öncelikle "Acil Servis"in sözlük anlamına bakmakta fayda var, buna bakıyorum çünkü belki de ben yanlış biliyorumdur. Bir konu hakkında yazmadan önce onun ne demek olduğu konusunda emin olmak gerekir. Biz de öyle yapalım ve tdk.gov.tr'den (belki de doğru dürüst bir işe yarayan tek kamu kurumu sayfası) bakalım.

Acil Servis: Hastanelerde acilen bakılması gereken hastaların ilk bakımlarının yapıldığı yer.

Yani burda sıradan hastalardan bahsetmiyoruz. Bir öncelik söz konusu. Sonuç itibariyle yanlış bilmiyormuşum, acil servis tam da benim düşündüğüm gibi bir şeymiş.

Gelelim geçtiğimiz hafta sonu yaşadıklarıma.

Cumartesi sabahı annem büyük bir sancıyla uyandı ve bizi de uyandırdı. Sancı yaratacak her hangi bir rahatsızlığı yoktu. Yani önceden bildiğimiz bir rahatsızlığı yoktu ve haliyle telaşlandık, çünkü annem kıvranıyordu.

Bu gibi durumlarda ne yapılır, hasta evinize en yakın sağlık merkezine bir an önce yetiştirilir. Biz de öyle yaptık ve annemi bize en yakın sağlık merkezi olan Sincan Devlet Hastenesi'nin Acil Servisi'ne yetiştirdik. (ama bu çürümüş sistemde bizim yetiştirmemiz hiç bir işe yaramıyor ne yazık ki)

Acil Servisler, özellikle türk dizilerinde hep arabayla kapısına gidildiğinde, sedyeyle size doğru koşturup yardımınıza gelen sağlık görevlileriyle dolu yerler olarak gösterilir. Ama benim tabi ki böyle bir beklentim yoktu, çünkü bir devlet hastenesinden böyle bir ilgi beklemek (hakkımız olduğu halde) en hafif tabiriyle salaklık olurdu.

Neyse, Sincan Devlet Hastanesi'nin Acil Sevisi'ne vardığımzda annem iyi kötü yürüyebilecek durumdaydı ve içeri kadar yürüdü. Ama içerde adım atmaya yer yok ki, sanki akşam hava saldırısı olmuş ta acil servis tıka basa yaralılarla dolmuş.

Acil Servise girer girmez ilk odaya girdik, orda hemşire bizi acil hastaların 4 numaralı odaya gitmesi gerektiğini söyledi. Biz de öyle yaptık, ancak 4 numaralı odanın kapısı, önündeki kuyruktan görülmüyordu. Kuyruktaki insanların da herbiri en az benim kadar sağlıklı görünüyorlardı. Hele koridorda bankta bacak bacak üstüne atarak oturmuş sırasını bekleyen kel ve fodul bir mahlukat vardı ki, ona ne desem nafile. Annemin durumunu söyleyip -çünkü tek kıvranan annemdi- odaya hemen girmek istedik ama bu kel ve fodul insanlık düşmanı ordan hepimizin durumu acil şeklinde buyurdu. Kucağında çocuk olan genç bir arkadaş da "abi arabanız varsa başka bi yere götürün hastayı" diyerek acil serviste işlerin bizim bildiğimiz gibi yürümediğini özetlemiş oldu.

Neyse arabamız vardı ve annemi hastanenin yakınlarında özel bir polikliniğe götürerek sorunu çözdük. Annem taş düşürüyormuş, gerekenler yapıldı vs. Ancak annemin daha ciddi bir problemi olabilirdi. Vakit kaybının bize çok şey kaybettireceği bir durum da olabilirdi. Ayrıca haliyle herkesin arabası yok. Arabamızın olmadığını varsaydığımızda vakit kaybı çok daha fazla olacaktı.
Sanırım birileri Acil servis'in ne olduğundan bihaber. Ama bu birilerinin hastane yönettiğini düşündüğümüz zaman iş gerçekten içinden çıkılmaz ve sinir bozucu bir hal alıyor. Eğer bir hastanenin aciline gelip geri dönmek zorunda kalıyorsak işler gerçekten de ters gidiyor. Ters giden bu işlere tekrar döneceğim ama Sincan Devlet Hastanesi'nin web sitesindeki bir açıklamayı buraya eklemek istiyorum. Sonuçta bu yaşadıklarımın sorumlusu %99 yönetimdir. Ama onlardan hesap sormadan önce bu açıklamadaki küçük bir detayı da utanarak sunmak gerekir.

Sincan Devlet Hastanesi'nin web sitesinde şöyle bir link var; Acil servise Başvuracak

Bu linke tıkladığımızda "Hastanemizden Hizmet Alan (!) ve Alacak Değerli Halkımızın Dikkatine" başlıklı bir yazıyla karşılaşıyoruz. Bu yazıda acil serviste (!) hasta ve hasta sahiplerinin uyması gereken hususlar sıralanmış. 1. madde gerçekten içler acısı;

"Acil olmayan hastaların (müdahale edilmediği durumda, hayati tehlike içinde olan veya sakatlık, vücutta kalıcı hasar riski taşıyan hastalar ile mevcut şikayeti nedeniyle günlük yaşamını sürdüremeyecek derecede muzdarip olanların dışındakilerin) acil polikliniğine başvurmalarının gerçek acil hastaları mağdur edileceği bilinmelidir."

Böyle bir madde yazıldığına göre demekki böyle insanlar var. Yukarda bahsettiğim kel ve fodul insan (insan dediysem lafın gelişi) da bunlardan birisi olsa gerek.

İkinci madde de birincisinin devamı niteliğinde.

"Polikliniklerde sıra bulamayan hastaların acile yönlenmesi yine gerçek acil hastaları mağdur edecektir"

Sonuç itibariyle sorumsuz ve faydasız asalak insanlarla yaşadığımız bir gerçek. Bunlar biz ne yaparsak yapalım aramızdalar, ama bu maddeleri sıralamakla herhangi bir yönetimin kendini aklaması söz konusu olamaz. Sonuçta bu tür girişimlerde bulunan insanların yaptıkları bu köylü kurnazlıkları işe yarıyorsa yine sorumlu yönetimlerdir. İyi yönetilmeyen bir yerde her yere iyi niyetli bildiriler ya da uyulması gereken kurallar listelerini çerçevelete çerçevelete asmakla hiç bir kuralsızlığın ya da olumsuzluğun önüne geçilemez.

Söz konusu metinde şikayetler konusuna da yer verilmiş. Mesai saatlerinde hasta hakları birimine, mesai saatleri dışında ise görevli başhekim yardımcısı veya nöbetci şef uzmana şikayetlerimizi bildirebiliyoruz.

Bir hastanenin en tepesinde kim vardır, Başhekim. Ben kötü bir yönetici olduğu için Başhekimi şikayet ediyorum, kime yardımcısına:) E komik tabi. Ayrıca en önemli bölümlerinden birinin değil yavaş çalışmak iflas etmiş olduğu bir kurumun Hasta Hakları Birimi'nden kim ne fayda bekleyebilir. Zaten şikayetimizin değerlendirilip değerlendirilmeyeceği büyük şüphe götürür, kaldı ki değerlendirildiğini hatta bize bir yazıyla cevap verildiğini farzetsek bile, bu cevapta muhtelemelen neler yazacağını hepimiz biliyoruz. Elimize verecekleri cevapta üzgünüz başarısız olduk yerine bir milyon tane bahane sıralanacaktır. Çünkü güzel ülkem bir bahaneler cennetidir. Kimse sorumluluğunu kabul etmez, herkes bir bahanenin arkasına saklanır. O yüzden de gece elektirkler kesildi çalışamadım klişesi de dilimize bu kadar yerleşmiştir.









Avrupa Konseyi'nin Çocukları Her Türlü Şiddetden Koruma Projesi - WWW - Wild Web Woods

Monaco ve Finlandiya hükümetlerinin finansal desteğiyle Avrupa Konseyi, "Çocuklar İçin Çocuklarla Birlikte bir Avrupa İnşa Edelim" programının bir parçası olarak, www.wildwebwodds.org isimli bir oyun sitesi kurdu.

Konsey'in burdaki amacı, 7 - 10 yaş arası çocukların oyun oynarken bir yandan da interneti anlamalarına yardımcı olup onların akıllı birer internet kullanıcısı olmaları için gerekli bilgileri vermek.

Peki oyundaki amacımız nedir?
Amaç eğlence, barış ve özgürlük kenti olan "E Kenti" ne ulaşabilmek. Kente ulaşabilmek içinde www-wild web woods'u yani vahşi web ormanını aşmak gerekiyor.

Bu maceralı (!) yolculuk sırasında da, (B)ilgi, (G)izlilik, (G)üvenlik ve (F)arkındalık jetonlarını topluyoruz.

Siteye girdiğimizde tüm bu bilgileri bize veren w@b adlı bir de örümcek kardeş var:) Ayrıca bu kardeş bize oyuna başlamadan önce Bilgisayarımızı modeme ve her ikisini de prize bağlamamızı hatırlatıyor ve bu işlemleri ekranda size yaptırıyor.

Şimdi bu bahsi geçen 7 - 10 yaş grubu çocukların oyunda topladıkları ilk (B)ilgi jetonunda neler yazıyor ona bir bakalım sonra bu oyunla ilgili kendi fikirlerimi sizinle paylaşacağım.

"Rapunzel Kaçırıldı mı? Hayır!!

Olan şu: Rapunzel bütün gün bilgisayar oyunları oynadı ve oyunlar onda bağımlılık yarattı. İşte bu yüzden de hiç kuoföre gitmedi. Zavallı Rapunzel"

Bu kısa ve espirili (!) hikayenin ardından da oyun oynamak güzeldir ama bokunu çıkarırsanız bağımlılık yapar dikkat edin kendinizi kaptırmayın yoksa gitgide arkadaşlarınızı kaybedersiniz gibi gibi bir yığın öğüt veriliyor.

Oyun içinde de bir hayli sayıda bu tip jeton var ve hepsinde de uzun uzun öğüt veren metinler var. Yani oyundan çok bir kitap okuma seansı diyebiliriz.

Şu kadarını söylemeliyim ki, benim tanıdığım bu yaş grubunda olan hiç bir çocuk bunu yemez. Çünkü onlar çoktan Counter Strike ve Knight Online gibi oyunları benden çok daha iyi oynayabilecek bir seviyeye gelmiş durumdalar. Ben onlarla yarışamam bile, anında mermi manyağı yaparlar adamı. O yüzden bu tip oyunlar oynayarak almış yürümüş çocukları hiç bir ebeveyn wild web woods gibi bir oyunla kandıramaz. Çünkü bu oyun onların zekasının çok gerisin de...Zaten bu bir oyun dan çok ders çalışmak gibi bir şey olmuş. Kıytırık bir anahtar bulup gidip onunla kapı açıyoruz. O kapıya gidene kadar da o güne kadar duymadığımız bin türlü öğüt dinliyoruz.

Sonuç itibariyle Monaco ve Finlandiya hükümetleri eminim bu site için dünyanın parasını harcamışlardır. Kendi ülkelerindeki çocukları bilemiyorum ama burdaki veletler bu numaraları yemezler:)

Artık Gazete Almıyorum...

Kendimi bildim bileli, hatta belki de bilmediğim dönemlerde bile, her gün en azından bir gazete alıp okumuşluğum vardır. Bu davranışımı bir tür bilgi açlığından ya da haber aşkından ziyade bir alışkanlık şeklinde tanımlamak daha doğru olur. Her gün bir paket sigara almak ya da bir ekmek almak gibi bir şey.

Gazete okuyorum, ancak çok uzun bir zamandır biliyorum ki okuduklarımın çoğu, kitabına uydurularak güzel tasarlanmış bir yönlendirme sistemine hizmet eden paragraflardan ibaret. Yani hiç bir gazetenin tarafsız habercilik ütopyasına biraz olsun yaklaşabildiğini zannetmiyorum. Çünkü bir çok gazete okurundan farklı olarak, ben bir gazeteyle yetinmeyip, benim görüşlerime en uzak olan yayınları da takip ediyorum, aynı haberleri birde onlardan okuyorum. Böyle yapınca da görüyorum ki, yayın organları kime hizmet ediyorsa sözkonusu haberi onun çıkarına uygun bir hale getirip veriyor ya da yorumluyor.

Hizmet etmek ağır bir itham olabilir, ancak bir çıkar grubuna dahil olmayan ya da bir çıkar grubuna hizmet etmeyen yayın organı var mı? Bu soruyu Türkiye için değil tüm dünya için soruyorum. Tabii benimki de soru işte, malumunuz kapitalist sistemde para olmadan hiç birşey olmayacağına göre, bir yayın organı da kuramazsınız. E birileri sizin ihtiyaç duyduğunuz kapitali karşılarsa onun aleyhinde nasıl yazabilirsiniz. Aslında olay bu kadar net değil, bu çok basit bir denklem oldu, işin aslı çok daha karmaşık ama bu yazıdaki amaç dünya medyasını düzeltmek değil, sadece dünya medyasına veda etmek, o kadar.

Uzun süredir televizyon da haberleri izlemiyorum. Çünkü orda işler çığrından çıkalı çok zaman oldu. Her akşam izlediğim haberler bir gün geldi tahammül edemeyeceğim bir hal aldı. Artık iş o kadar çığrından çıktı ki yayınlanan haber bültenlerine abuk subuk şeyler demek bile iltifat olurdu. Baktım bunların sol üst köşeye zeka yaşı 2 buçuk olanlar için eğlencelik haber bülteni ibaresi koyacakları yok, en iyisimi ben izlemekten vazgeçeyim de kendi zekamı aklayayım dedim. Sonuçta internet diye bir şey var, onunda güvenilirliği elbetteki tartışılır ancak en azından boş ve eblek sunucuların 20 saniye de okuyup geçeceğim bir haberi 20 dakika tekrarlaya tekrarlaya anlatmalarına tahammül etmek zorunda kalmıyorum.

Gazetelerle olan hesaplaşmama dönecek olursak. En son 1 Mayıs sonrası çıkan gazeteleri okuduktan sonra -ki manşetlerine bakmam yeterli oldu- bu kararı almaya karar verdim. Artık al gülüm ver gülüm şeklinde kurulmuş bu sisteme ben de bu gazeteleri satın alarak hizmet etmek istemiyorum. Sonuçta elbetteki okumaya devam edeceğim ama hiçbirini gidip cebimden para çıkararak satın almayacağım.

Sonuç olarak; sosyal bilimlerle ilgili olarak okuduğumuz hiçbir şey bizi tam doğruya götürmez. O yüzden, doğruya biraz olsun yaklaşabilmek için, her zaman daha çok daha çok okumamız gerekir, taki ölünceye kadar.

Sayıklama Güncesi


Çoban Süzgeci, tarihinin en uzun arasını verdi. Son yazıyı 20 Nisan'da yazdığım göz önünde bulundurulursa (ne demekse) gerçekten bir rekora imza atmışım.

Aslına bakarsanız bu bir blog için hem olağan bir durum, hem de yaşanmaması gereken bir durum. Olağan bir durum, çünkü "Çoban Süzgeci"ni bir günlük olarak görmüyorum, o yüzden her gün yazmam gereksiz. Olağan bir durum çünkü, takip ettiğim bir çok blog bu tür araları çok sık veriyorlar. (Takip ettiğim bir çok blog demişken, bu aralar blog camiası, "Blog Ödülleri" için yoğun bir lobi faaliyeti içine girmiş durumdalar. Herbirinin anasayfasında blog ödülleri duyuruları ve oyunuzu bana verin nutukları var:) 5 Mayıs'a kadar hiçbirinin blogunu ziyaret etmeyeceğim:) Umarım sonuçlar açıklandıktan sonra rutin güncellemelerine geri dönerler)

Tabii aynı zamanda da yaşanmaması gereken bir durum çünkü güncel olmayan herhangi bir zamazingoyu kim ne yapsın.

Neyse uzun uzadıya, yazmak ya da yazmamak gibi eblek bir tartışmaya girecek değilim.

Peki geçen bu bir haftayı aşkın süre zarfında hangi faydalı ve bir o kadar da gerekli işleri yaptım da blogla ilgilenmeye fırsatım olmadı? Ne yalan söyleyeyim yaptıklarımın fırsat maliyetleri o kadar göreceli olmaya açık ki, ben bile bir fayda bulup onunla savunmaya geçmekte zorlanıyorum.

Geçen bu zamanı tek cümleyle açıklamam gerekirse; bir kaç küçük başarı ve bir kaç büyük, yan gelip yatma şeklinde vuku bulan tembellik. Günlük rutin yürüyüşlerimin her birinde, en az yazmaya değer bir konu bulduğum ama geri dönüp bilgisayarımın başına oturunca, daha farklı meşgalelerle uğraştığım da artık yüzümü tokat manyağı yapan bir gerçek. Hal böyle olunca da, ben yazmaya karar verene kadar hadise güncelliğini kaybetmiş oluyor.

Her gün yürüyüşlerimi yaptığım bir park var. (bu parkdan daha sonra bahsetmeyi umuyorum) Günler uzayınca parkımız da iyice bir şenlenmiş oldu. Bir yazı da baharın geldiğini gökyüzündeki uçurtmalardan anlıyorum diyordu. Tam da öyle oldu. Parkın içinde her seferinde farklı uçurtmalar görüp feci şekilde özeniyorum. Aslına bakarsanız bu sıralar çocukluğumda yaptığım bir çok şeye özeniyorum. Mesela sağda solda top oynayan çocukları görüyorum.(gerçi top oynamaktan çok pozisyonları tartışıyolar, yok gol oldu da olmadı da, taşın üstünden geçti de geçmedi gibi. Zaten Allah o taştan kaleleri taş etsin diycem ama saçma olcak)Ben de oynamak istiyorum. Kısacası bu aralar feci derecede uçurtma uçurmak, tek kale maç yapmak ve bisiklete binmek istiyorum.

Bunların dışında mutlu bir hafta geçirdim diyebilirim. Moralimi bozcak beni yıkıma uğratacak bir şey olmadı, ta ki düne kadar. Bu konu üzerinde fazla durmayacağım. Sadece görüntülerden utandım ama sorumluların cezalandırılmayacağını ve koltuk işgal edenler arasından istifa eden de çıkmayacağını bildiğim için utandığımla kaldım. Aslında bu konuda yazacak tonla şey var ama hiç içimden gelmiyor. Görevi uzun uzun yazmak olan basınımız da "orantısız güç" diye bir oyuncak bulup diline pelesenk etti. Heleki polisin yoldan geçen turisti bile dövmesini gülerek sunan Mehmet Ali Birand'a ne desem boş. "Sorumlu disk" diye manşet atan gazeteler bile vardı bugün. Zaten bu memlekette herkes kendisine müslüman başkasına gelince tekme tokat gaz bombası.

Neyse tadım kaçtı, birazdan "Komedi Dükanı"nı izleyeceğim. Sonra devam ederim...

Soğuk Algınlığı ve Romantik Komediler

Her ne kadar filmlerin sınıflandırılması fikri hoşuma gitmese de bu başlığı kullandım. Böyle adlandırılmalarına rağmen gerçekten böyle bir tür var mı bilemiyorum. Yani film yapımcılarının, oturup da bir "Romantik Komedi" çekelim diye bir filme başladıklarını zannetmiyorum. (zannetmek istemiyorum)

Ancak konumuz bu değil. Dünkü yazımı okuyanlar üşütüp yataklara düştüğümü tahmin edebilmişlerdir. İşte bu olağanüstü hal bugün de devam etti. Bende kendimi iyi vakit geçirmek adına bu tür filmlere verdim. Çünkü bu tür filmleri izlediğimde içimde gerzek bir mutluluk hissi oluşuyor. Zaten çoğunlukla mutlu bir şekilde sonlanan bu filmlerin ardından, sakil bir gülümseme yüzümü kaplıyor:) Genellikle sabun köpüğü diye tabir edilen bu filmleri ben "hoş boş zaman geçirgeçleri" olarak tanımlıyorum. Çünkü kafanız dağılıyor, fazla bir şey düşünmeniz gerekmiyor, canınızı sıkmıyor. Sadece izliyorsunuz ve mutlu oluyorsunuz. Zaten ertesi günde filmi unutmuş oluyorsunuz:)

Aslında bu unutmuş oluyoruz kısmı biraz adaletsiz oldu. Unutmadıklarım da var. Örneğin You've Got Mail benim için çok önemli bir filmdir. Sebebini pek fazla bilmiyorum ama belki de beni en fazla mutlu eden film budur. Beş belki de altı kere izlemişimdir ama bir kere daha hiç çekinmeden izlerim. Bir sıralama yapmak niyetinde değilim ama You've Got Mail birinci sıradaysa While You Were Sleeping'de ikinci sıradadır. Aslında bu film fazla özelliği olan bir film değildir ama, dedim ya eblek bir mutluluk benimkisi:) Ayrıca itiraf etmeliyim ki bu iki filmde Meg Ryan ve Sandra Bullock oynamasaydı benim için bu kadar etkileyici olurmuydu bilemiyorum:)

Bir de bu tür filmleri çekmeyi meslek haline getirmiş, bu filmlerden ekmek yiyen oyuncular var:) Mesela Ben Stiller ya da Adam Sandler gibi. Bende dün gece, izlediğim kaçıncı Ben Stiller filmiydi bilemiyorum ama bir yenisini daha izledim. Ben Stiller hep kendini tekrar eden filmlerin adamı. Hep komik kargaşalar, yanlış anlaşılmalar, hep aynı mimikler vs. ama sonuç itibariyle onu eleştirecek değilim. Dün gece görevini yerine getirdi mi getirdi, beni eğlendirdi mi eğlendirdi gerisi bu en sümüklü halimle umrumda değil.

Bahsi geçen film, 2007 model "The Heartbreak Kid". Gecenin 2 küsüründe oturup bu filmi izledim ve sonra rahat bir uyku çektim. Ne baş ağrısı kaldı ne burun tıkanıklığı. (tabii bunda saatin 5 olmasının da payı var:))

Bugün 11 buçuk gibi uyandım ve hala iyileşmemiştim. Kahvaltı da iki fincan kadar ıhlamur çayı içtim, boğazlarım biraz rahatladı. Baş ağrısı içinde bir aspirin aldım. Sağa sola bakınarak biraz vakit geçirdim. Daha sonra beş portakal dan mütevellit bir portakal suyu eşliğinde "No Reservation"ı izlemeye koyuldum. Eğer bir "romantik komedi"de ismi sağlam bir oyuncu var ise böyle hastalık zamanlarında iyi birer yatırım oluyorlar. Bu filmin sağlam ismi Catherine Zeta-Jones'du. Hafif dozda dramatik öğeler içerse de beni yine mutlu etti burdan emeği geçenlere teşekkür ediyorum:)

Konu romantik komedi olunca bir kaç ismi daha anıp bu yazıyı bitiriyorum. Notting Hill, Love Actually, 50 First Kiss, Along Came Polly, Duplex vs vs vs

Aslında bu tip çok film varmış gerçekten, vazgeçtim saymaktan çoğunu seviyorum işte anmıyim tek tek:)